Öğretmenlerimiz ders değil, dert öğretmeli…
-Yusuf Kaplan-
“Devletler de insanlar gibidir” diyor İbn Haldun, “onlar gibi doğarlar, büyürler, yaşlanır ve ölüler…” Belki de biraz daha fazlası var. Aynı insanlar gibi, bazı şeyleri unutur devletler de ve unuttuklarının bazılarını muhakkak bir gün hatırlarlar. Devlet de ölüyor insan gibi ama dava, dert ve bir gaye varsa o ölmüyor işte. Belki bir süreliğine susuyor, susturuluyor ve unutturuluyor ama inan ki tekrar hatırlanıyor kâri. Ve en çok da zor zamanlarda, hatta en zor zamanlarda hatırlanıyor. İnsan nasıl ki ölüme en yakın olduğu anda en masum ve en tövbekâr hale bürünüyorsa zannımca milletin şuuru da böyle, düşmeye en yakın olduğu an ayağa kalkmak için en çok çabaladığı zaman oluyor.
Bir derdi anlatmaya çalışıyorum aslında sana. Çok yakın zamana kadar beynimizde bir çıban gibi duran ama ondan sonra her ne olduysa varlığını bile unuttuğumuz bir çıban. Acısına alıştığımız ve alıştıkça yok saydığımız bir dertten belki de bahsediyorum; “imam hatip meselesi” diyorlardı bir zamanlar ismine bu derdin ve artık bir mesele yokmuş gibi davranıyoruz biz. Ve bence “mesele” olduğu, zulmedildiği ve dışlanıp dışarıda bırakıldığı zamanlarda bu “mesele”ye çok daha fazla sahip çıkıyorduk biz. Şimdi ise en fazla hamasi üç beş cümle ve birkaç slogan içinde ismi geçen ve bundan elli küsur sene evveline kadar bu “mesele” için ömrünü tüketip, bu yolda ölümü şeref sayan o güzel insanların hatıralarını bile hatırlayacak halde değil bu meseleye en ziyade sahip çıkması gerekenler.
İmam hatipler bir dönemin umuduydu. “Umut bitti, tükendi” demiyorum ama bir gezin, görün, dolaşın istiyorum. Başlarındaki örtülerden tutularak çekilen, yerlerde süründürülen, kapısında her vakit birkaç polis bekletilen, türlü hakaretler gören ama yine de dünyayı değiştirecek bir iddiası, bir davası ve derdi olan o yerlerin şimdi nasıl olduğuna ve derdin ne kadarının kaldığına bir bakın istiyorum. Karanlık bir gecede elinde tutacak bir çerağ bile olmayanlar, umut diye bu okullara sarılanlar, minarelerden ezanı duyamayanlar, Allah kelamını gizli gizli okuyanlar, meydanlara kurulan darağaçlarında ve yetmişli yaşlarında ruhunu sahibine yollayanlar, bir hayal için ölmemişlerdi muhakkak. Ama bir şeyi hayal ettilerse de böyle bir hali hayal etmemişlerdi. Belki de onları da tanımıyor şimdi bu okullarda okuyanlar. Öldüğü güne kadar bu “mesele” için çabalayan ve “bir gün derse gelmezsem cenazeme gelin” diye en son anına kadar derse devam eden Celal Hoca’yı tanımayanlar bu okulun sadece bir okul olmadığını elbette anlayamayacaklar.
“Öğretmenlerimiz ders değil, dert öğretmeli” demişti Yusuf Kaplan. Gençleri dertsiz olan bir milletin çok derdi var demektir bence. Hem de çok fazla derdi var. Belki de bu derdi bilmiyor olmamız o derdi öğretenleri bulamıyor olmamızdandır. Bu okullardaki çocuklara bu derdi anlatacak dertlilere ihtiyaç var zannımca. Sadece ilim değil irfanı da öğretecek olanlara… Çünkü hikmeti bilinmeyen ilim dalalete götürüyordu insanı. Bilmek yetmiyor ve hissetmek gerekiyor hem de. İşte bunu yapabilenler vardı bir zamanlar bu okullarda. Zira Celalettin Ökten, Hasan Basri Çantay, Ömer Nasuhi Bilmen, Nurettin Topçu, Yaman Dede, Mahir İz ve daha nice dertli hocası vardı bir vakitler bu okulların ve onların yetiştirdiği çocukların elbette bir derdi vardı. Onlara “hoca” deniyordu ve hiçbir devirde “öğretmen” ile “hoca” aynı anlama gelmiyordu. Hocalar öğretmen olduğundan beridir ki tek gözü kapalı kaldı biz gibilerin. Kör olmadıysak da bulanık görüyoruz.
Ezcümle, bir sütunla sınırlanmış cümlelerle bu derdi en fazla bu kadar anlatabiliyorum. Ama derdi olan çok iyi anlayacaktır, onu da biliyorum.