Çok uzak değil. Bundan bir yıl öncesine kadar Türkiye bölgesel politikaları nedeniyle neredeyse 10 yıl süren soğuk savaşa maruz kaldı. Ankara’nın özellikle Arap Baharı sonrası bölgede yaşanması muhtemel değişimlere destek vermesi ve rejimleri barışçıl dönüşüm konusunda itidalli olmaya çağırması, bölgede değişime karşı direnen ülkeleri bir araya getirdi ve bu duruşun terk edilmesi için siyasi ve ekonomik ambargo da dahil birçok yönteme başvuruldu. Başta ABD ve İngiltere olmak üzere batı ülkelerinin de değişimi engellemek için baskıcı rejimleri açıkça desteklemesi, onları görece daha nobran politikalar uygulamaya itti. Ankara’nın demokrasi ve ifade hürriyeti konusunda yaptığı çağrı, İhvan’a (Müslüman Kardeşler Teşkilatı) destek gibi sunuldu. Bu sunum içeride de hâlâ devam ediyor. Baksanıza CHP Genel Başkanı Sayın Kılıçdaroğlu geçtiğimiz hafta Ankara’da gerçekleşen Türkiye-BAE zirvesinden sonra attığı Twitter mesajında “BAE Veliaht Prensi geldi, hazır ola geçtin Erdoğan. Ne oldu senin Rabia’na, İhvanı’na?” ifadelerini kullandı. FETÖ’vari yapılar da Türkiye’nin dış politika prensiplerinden yola çıkarak Arap halkların özgürlük taleplerine verdiği desteği siyasal İslamcılık suçlamasıyla devam ettiriyor. Oysa bunların hiçbirinin gerçekle ilgisi yok. Türkiye 2011 yılına yani ‘Arap Baharı’na kadar bölgedeki bütün ülkelerle sıfır sorun politikasını sürdürüyor ve yüksek düzeyli stratejik işbirliği anlaşmaları imzalıyordu. Bunlar arasında Şam yönetimi de önemli bir noktada bulunuyordu. Ankara, Beşşar Esed’in ve rejiminin Nusayri kimliğine bakmadan, komşuluk hakkını önceleyerek iki ülke arasında kardeşlik köprüleri kurmak için önemli girişimlerde bulunuyordu. Halep’te imzalanan Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi Bakanlar Toplantısı ve ardından bakanların hep birlikte açtığı Babüsselam Sınır Kapısı bu iradenin en çarpıcı sembolüydü.
Mısır’da, Libya’da, Yemen’de iktidar sahiplerine Türkiye’nin çağrısı netti: “Halkın taleplerini dinleyin ve şiddeti bir çözüm yolu olarak kullanmaktan vazgeçin.” Ama bu çağrılar dinlenmedi. Mısır’da kanlı bir geçiş, Libya ve Yemen’de iş savaş, Suriye’de ise tarihin en barbarca katliamlarına şahit olduk. Değişime direnen Doğulu ve Batılı ülkeler demokratik süreçlere destek vermek yerine darbecilere arka çıktı. Hem de milyar dolarlık hibelerle, borçlarla. Mısır borçlarını ödeyemeyince Kızıldeniz’deki iki adası Tiran ve Senafir’i bizzat Cumhurbaşkanı Sisi’nin imzasıyla Suudi Arabistan’a kaptırdı. Ancak bu büyük olay bağımsız medyadan yoksun Mısır’da dile getirilemedi.
Türkiye’nin çağrıları dikkate alınmak şöyle dursun, pes ettirilmeye çalışıldı. Bir yandan içerideki terör örgütleriyle diğer yandan ambargolarla Türk ekonomisi teslim alınmak istendi. Ama yapamadılar. Ne ekonomik olarak çökertip geri adım attırabildiler ne Libya’daki başarısını engelleyebildiler ne de Doğu Akdeniz’den uzaklaştırabildiler. Karşılarında değerli yalnızlıktan alnının akıyla çıkmış onurlu bir ülke ve halk var. Ve bu ülke şimdi kaldığı yerden devam ediyor. Elini yeniden herkese uzatıyor. Suudi Arabistan’a da, Mısır’a da, BAE’ye de, İsrail’e de... Bölge yeni jeopolitik dengelere hazırlanıyor.