Dedemgil ve modernizm

Abone Ol

Bu yıl soba yok. Her odada kalorifer var. O samimi ortam tekrar olmayabilir; çünkü tüm odalar sıcak olacak kaloriferler sayesinde. Kimse çocuğuna, “Dış odaya gitme, soğuk! Hastalanırsın” demeyecek. Çünkü dış oda bile sıcacık olacak. İsteyen istediği odada takılabilecek. Kimse tehlikenin farkında değil. Kimse kaloriferlerin birlik beraberliğe karşı olduğunun farkında değil! Sobasız dede evi olmaz, kimse anlamıyor.

Dedemgili modernizm vurdu diyorum, gülüyorlar. Gülmeyin, valla öyle! Dedemgil çağa ayak uydurmaya başladılar. Teknolojiyi evlerinin içine aldılar, hiç gereği yokken. Dedemgilin bizim evden neredeyse bir farkı kalmadı. Heyecan vermiyor dedemgilin bahçeli evi artık. Oysa eskiden öyle miydi? Değişik bir ortam olurdu özellikle biz çocuklar için.

Dedemin evi sobalıydı. Soba salondaydı. Salon evin merkezindeydi. Tüm kapılar salona açılırdı. Hâlâ salon evin tam merkezinde, tüm kapılar oraya açılıyor ama, tek bir eksik var: Soba! Sobayı kaldırdılar, doğalgaz geldi. Kalorifer doldu evin dört yanı. Her yerde o beyaz ince uzun kaloriferler, bir başka deyimiyle petekler. Sobasız dede evi mi olurmuş yahu? Sobada patates közlerdik, kestane pişirirdik, bayramda şeker çöplerini sobanın içine atar pis koku yayılmasına neden olup yaramazlık yapardık. Hatta sobada dayımın oğluyla gofret yakıp arasındaki kremayı eritip yediğimizi hatırlıyorum. İlginç gelebilir ama nefis olurdu. Tabi o zamanlar gofretler de güzeldi. Kolilerin içinde mink minik yüzlerce gofret olurdu. Tadına doyum olmazdı.

Soba sadece yemek demek değildi tabiî ki. Bayramda kar yağardı hep. Artık geriye gelmeye başladığı için bayram, kar da yağmaz oldu. Yaz bayramlarını da pek sevemedim açıkçası. Ne diyorduk? Evet, bayramda hep kar yağardı. Malatya’nın soğuğu da iyi soğuktur. Dışarıdan gelenler için pek güç geçer o soğuklar. Dedemin evi bahçelidir. Kar yağardı bahçemize, dışarı çıkar kartopu oynardık, kardan adam yapardık. Karları küreklerle bir köşeye yığardık. Soğuktan buz kesmek üzereyken eve geçerdik. Hemen eldivenleri atkıları vesaire çıkarır, sobanın üstündeki ince demir çubuklara asardık. Kururlardı. Biz de kurumak için sobanın etrafına minderleri dizip ayaklarımızı sobaya doğru uzatır, ısınırdık. Patatesler közlenirdi belki de bu arada. Tabi soba tek odada gürül gürül yanınca herkes o odaya toplanırdı. Sıcacık bir muhabbet başlardı. Dedem, teyzemler, dayımlar, kuzenlerim -söylemeden geçemeyeceğim, adamın biri, “Düzene ve kuzene karşıyım; yaşasın emmioğulları!” demiş, çok da iyi demiş- küçük büyük herkes o sıcacık samimi ortamda oturur, muhabbeti bir yerinden yakalamaya çalışırdı. Ama bu yıl soba yok.

Her odada kalorifer var. O samimi ortam tekrar olmayabilir; çünkü tüm odalar sıcak olacak kaloriferler sayesinde. Kimse çocuğuna, “Dış odaya gitme, soğuk! Hastalanırsın” demeyecek. Çünkü dış oda bile sıcacık olacak. İsteyen istediği odada takılabilecek. Kimse tehlikenin farkında değil. Kimse kaloriferlerin birlik beraberliğe karşı olduğunun farkında değil! Sobasız dede evi olmaz, kimse anlamıyor.

Bir de soba mevzusundan önce daha farklı birkaç gelişme var dedemin evinde. Onlardan bahsedeyim biraz da. Mesela ben küçükken hatırlıyorum, suyu taslarla içerdik. Bildiğimiz tas. Buz gibi suyun tadı o taslarda başka bir güzel olurdu. Bahçedeki çeşmeden tasla su içer, tası çalkalar rafa, yerine koyardık. Sonra dış güçler -dedemin oğulları ve kızları- taslara müdahale etti. Taslar gitti, bardaklar geldi. Suyun tadı kaçtı.

Tasların hazin gidişini geçtim, kaloriferlerin birlik beraberliğimizi bozmasını da geçtim, dedemin evine bir de dev ekran televizyon aldılar. Salonun duvarına monte ettirdiler. Dedem ve dev ekran televizyon… Valla aklım almıyor. “Köyümüze dönelim dedeciğim!” demek istiyorum; ama sanırım dönecek bir köyümüz yok. Oraya da bir sürü yenilik yapılmıştır eminim. Umarım inekler hala duruyordur, horozlarla uyananlar vardır. Köy köylükten çıkmış olabilir; risk almak istemiyorum.

Şimdiye kadar anlattıklarım hep eşya üzerindendi. Ama sadece eşya etkilenmedi bu “devrimlerden.” Mesela modernizm dedemin torunlarının oyunlarını da vurdu! Biz eskiden dedemin evinin bahçesinde ikili sıralar halinde sandalyeleri arka arkaya dizer, en öne de bir sandalye koyardık. Bu bizim dolmuşumuz olurdu. Dedemin evinin bahçesindeki kayısı ağaçlarından -ki sonra bu ağaçlar yaşlandı kesildi, yerlerini başkaları aldı- yapraklar koparıp onların bilet niyetine cebimize koyardık. Ve bir de nihalemiz vardı; direksiyon işlevi gören. Duyduğuma göre bu oyunu bizden önce oynarlarmış, büyük olan kuzenlerimiz. Onlardan miras yani. Şimdi dedemin en küçük üç torunu “mahkemecilik” gibi tuhaf oyunlar oynuyorlar. Ki bunun tek suçlusunu kardeşim olarak görüyorum. Annebaba avukat olunca uydurduğu oyunlar da böyle mahkemeli, davalı vesaire oluyor. Diğer iki kuzenimin üzerinde hatırı sayılır bir etkisi olmalı, yoksa dolmuşçuluk oyunu devam ederdi bizim ailede. Mahkemecilik oyununa razıyım aslında; çünkü onu oynamazlarsa dev ekran televizyonda çizgi film izliyorlar. Sıfır muhabbet. Tabi bizim zamanımızda çocuklar için özel çizgi film kanalları da yoktu. Biz hep sokaktaydık. Bisiklete binerdik, harçlıklarımızı köşedeki bakkalın tuhaf oyuncaklarına ve meybuza harcardık.

Bizim zamanımızda falan dediğime bakmayın 6-7 yıl öncesinden bahsediyorum aslında. Ama geçtiğimiz 6-7 yıl bizden çok şey götürmüş anlaşılan. Değişmeyen tek şey dedem gibi gözüküyor. Çok şükür ki dedem değişmedi. Beş vakit camiye gider, sabahları Kur’an okur. Biz onun Kur’an okumasıyla uyanırız mesela. Hala dedemin dolabında nane şekerleri var torunları için. Şükür ki dedem hızla değişen dünya karşısında, hızla değişen Türkiye karşısında, hızla değişen torunlarının oyunlarının bile karşısında dimdik ayakta duruyor. Çok şükür ki dedem var, bize her sarıldığında Allah’a hamd ediyor.