DAEŞ SONRASI – 4

Abone Ol

Son yüzyılda İslam dünyasının gündemi ‘İslami söylemi yenileme’ tartışmalarıyla meşgul oldu. Ama ne yazık ki nihayetinde vardığımız nokta söylemi yenilemek yerine İslami söylemde kaosa yol açmaktan ibaret! Bu kaos cihatçı hareketlerin ortaya çıkmasıyla zirveye ulaştı. O kadar ki İslam’ı dünyaya kapalı kutuda yaşayan bir toplum gibi sundular. Kendi kendilerini de bu toplumun vasisi tayin ettiler! Bu şekilde ortaya çıkan ve kendilerini “İslami emirlikler/yönetimler” olarak isimlendiren bu hareketler gerçekte polis yönetimlerinden ibarettir. Amaçları da insanların hayatını bütünüyle kontrol altında tutmaktır! Öyle ki, “cebrî oluşumlar” teşkil ettiler. Genel halk kitlesi, çocuk, kadın ve erkekler, kendilerine has anlayışlarına göre yönettikleri ve diledikleri gibi tasarrufta bulundukları araçlardan ibaret kaldı!

Cihatçı gruplardan her biri “Medine-i Münevvere Devleti”ni yeniden kurduğu zehabına kapılmaktadır. Oysa o devlet bir askerî devlet değil bir “hayat devleti” idi. Biraz ayrıntıya girecek olursak; yargının bağımsız, ordunun şehrin dışında kışlada barındığı, tecessüs yasak olduğu için insanların mahremiyetinin gizli gizli araştırılmadığı, kendilerinden farklı olanı kovuşturmaya tâbi tutmadıkları bir devlet idi.

Ünlü sahabi Huzeyfe bin Yeman Nebi aleyhis selamın sır kâtibi idi. Günümüz terminolojisiyle istihbarat müdürüydü. Bütün münafıkların adını biliyordu. Ancak, bir tanesini bile deşifre etmemişti. Bunların tamamı, hiç kimse onları inançlarından dolayı sorgulamadan dünyadan göçüp gittiler. Bu işi o kadar sıkı tuttular ki bugün bile o münafıkların adlarını bilmiyoruz. Bu özellik Medine Devleti’nin gerçekten çok büyük bir başarısıdır. Günümüzde yaptığımız gibi onlar bütün sırları ortaya döküp saçmadılar.

Medine Devleti’nde insanların mutabık kaldığı örf ve ilkeler vardı. Nitekim bu konuda sarih bir Kur’an nassı da mevcuttur: “Sen af yolunu (insan fıtratına uyan yolu) tut, iyi olan örfü emret ve haddini bilmez cahillere aldırma!” (A’râf 7:199). Bu devlette Kitap Ehli ile sözleşme imzalanmıştı. Ticaret hürriyeti vardı. Ama gel gör ki bunların hiçbirini ne Taliban, ne DAEŞ ne de benzer diğer grupların devlet yapılanmalarında bulamazsınız. Onlarda bulabileceğiniz şey tek tip İslami bir anlayıştan başka bir şey değildir! Bu da had cezalarını tatbik etmekten ibarettir! İşte bu noktada cehaletin uç noktasını görmüş olursunuz. Hadler ve diğer cezalar toplum genelinde küçük bir kesimi oluşturan suçlular içindir. Yoksa bu cezalar toplumun tüm kesimlerinin üzerinde Demoklesin Kılıcı gibi sallandırılmak için vazedilmiş değildir. Aynı şekilde, hadler ve diğer cezalar, kesinlikle cihatçı grupların yaptığı gibi insanlık onur ve haysiyetini çiğneyerek ulu orta tatbik edilmez.

Evet, Medine Devleti’nde zina suçunu işleyene sopa cezası vermek bir kanun maddesi idi. Ancak, bu cezanın tatbik edilebilmesi için dört şahidin olayı tam olarak görmüş olması şart koşulmuştu. Esasında bu kanunun uygulanması neredeyse imkânsızdır, dolayısıyla başka bir amaç gözetilerek konmuş olmalıdır. Zira dört ayrı şahidin bir yerde vuku bulan bir zina olayını aynı açıdan net bir şekilde görmüş olması imkânsızdır. Peki, neden bu kadar zor bir şart öngörülmüştür? Çünkü Medine Devleti insanların hayatlarını ve mahremiyetlerini korumayı amaçlıyordu. Nitekim bu husus kanunun uygulanmasından daha önceliklidir. Oysa İslam hukuku diğer suç ve günahlarda tek kişinin şahitliğini yeterli görmektedir…

Medine Devleti’nde “ramada yılı”nda[*] hırsızın elini kesme cezası askıya alınmıştı. Yiyecek çalan hırsıza had cezası uygulanmamıştı. Çünkü insanların hayatı ceza kanunlarının uygulanmasından daha önemli ve önceliklidir.

Medine Devleti’nde cezalar hayatın normal seyrinde devam etmesi için konmuş ve uygulanmıştır. Günümüzdeki örneklerde gördüğümüz ise şudur: İslamcı gruplar kendi yönetimlerini devam ettirebilmek için insanları cezaya çarptırıyorlar!

Firavun bile firavun olduğu hâlde Musa aleyhisselam ile diyalog kurmuştu. Ebu Cehil, Araplar’ın “Muhammed’in kızlarını korkuttu” diye kınamasından çekinerek Rasulullah’ın evini basma önerisini reddetmişti. Günümüzün cihatçı yeni İslamcılarından tek beklentimiz şudur: Firavun’un ve Ebu Cehil’in ahlâkından bir nebze olsun takınsınlar da insanların kalbine korku salmaktan vazgeçsinler!

İslam dünyasında olup biten, İslami söylem adı altında kaos üretmekten ve din adına ahlâki değil siyasi görev tevcihinden başka bir şey değildir… (Devam edecek…)

Çeviri: Fethi Güngör

[*] Hz. Ömer’in hilafeti zamanında büyük kıtlığın yaşandığı yıl. (Mütercim).