Cumhuriyet'in ikinci asrında eğitim sisteminde yapılacak değişiklikler de büyük önemi haizdir. Geçtiğimiz bir asırda birkaç istisna dışında eğitim sisteminin donanımlı insan yetiştirmediğine tanıklık ettik. Ciddi biçimde malumat sahibi yapan müfredat, bir türlü bilgi sahibi edememektedir. Neredeyse ilkokuldan başlayarak dil öğretmeyi amaçlayan sistem, örgün eğitimin son aşaması üniversite bittiğinde kimseye bir yabancı dil öğretemediği gerçeği ile yüzleşmektedir.
21. yüzyıl Türkiye’sini konuştuğumuz günlerde son iki asrımızı gözden geçirerek ve işin uzmanları ile musahabesini yaparak yeni bir müfredat ve hedef belirlemeliyiz. Dünyanın pek çok ülkesi tıp, mühendislik, fizik ve teknik meselelerini çözmek üzere harici insan kaynaklarını kullanmaktan kaçınmıyor. Bugün İngiltere ve Almanya’da tıp alanında hizmet veren hekimlerin ekseriyeti farklı etnik ve dini kökenlere mensup insanlardan oluşuyor. Sosyal bilimler alanlarında daha çok kendi insanlarını kullanmayı tercih ediyorlar. Türkiye, başarılı lise mezunlarını yabancı dille öğretim yapan teknik okullara yönlendirerek zihinlerini iğdiş etmekte ve iş hayatında -yabancı dille öğretim yapmaktan dolayı- başarısız olmalarına sebep olmaktadır. Dünyanın herhangi bir yerinde kalp ameliyatı olabilirsiniz; ancak edebiyat ve tarihinizi öğrenemezsiniz. Din bilgisi ve ahlâk dersi alacağınız öğretmen sizinle aynı dine ve dünya görüşüne sahip olmalıdır. Asker ve polis olarak farklı kültürel iklimlerde eğitim almış kişileri istihdam edemezsiniz.
Bu listeyi alabildiğine uzatabiliriz. Müfredattan kaynaklanan ve başarısız öğrencileri sosyal ve kültürel alanlara yönlendiren anlayışla bir asırdır çektiğimiz sıkıntılardan kurtulmak için yeni ve dönüştürücü bir bakışa ihtiyaç var. Türkiye’nin yeni yüzyılının kapısında daha kapsamlı istişarelerle inşa edilecek Türkiye’nin birleştirici harcı Türkiyelilik olmalı; ayrıştırıcı, ötekileştirici dilden kurtulmalıyız. Türkiye her geçen gün farklılıklarıyla kayda değer bir ebru desenine evrilerek keskin hatları ile parlayan mozaik görünümünden kurtarılmalı ve tüm etnik, dinî, kültürel… farklılıklarıyla bir arada yaşayabilen bir Türkiye olmalıdır. Bu ülkenin sesi türkünün, şiirin, sanat eserinin sesidir ve bu seste sentetik gürültüler yoktur. Yeni asrın kapısı Türkiye’de yaşayan ve Türkiye’de üreten her bir ferde açık tutulmalıdır. Siyasetin, kültürün, edebiyat, sanat ve retorik dili Türkiyelileştirilebilirse Türkiye’yi mutlu edecektir. Irkçı ve ötekileştirici, ayrıştırıcı ve yok sayıcı anlayış farklılıkları derinleştirmekte ve gri alanları karartmaktadır. Türkiye bunu yapacağı köklü değişimlerle gerçekleştirecek tecrübe ve bilgi birikimine sahiptir. Adriyatik’ten Çin seddine uzanan bir coğrafyada hüküm sürmüş ve yönetimindeki tüm dinî, etnik kimlikli topluluklara özgür yaşama hakkı tanımış bir birikimin mirasçıları olarak bunu gerçekleştirebiliriz.
Türkiye’nin yeni yüzyılında eğitimi yenilemek ve yeni bir paradigma ortaya koymak zorundayız. Gelenek zırhını Alman besteci Gustav Mahler’in "Gelenek küllere tapmak değil, ateşi canlı tutmaktır." ifadesinden hareketle yeniden yorumlamak zorundayız.
Eğitim sistemi tek tip insan yetiştiren, çoktan seçmeli yöntemle üniversiteye giren ve sadece diploma almaya hak kazanan ancak hiçbir vasfı ve mesleği olmayan insan yetiştirmek anlamına gelmez. Analitik düşünemeyen, metin kuramayan, kelime fukarası insanlarla gelecek inşa edilemez. Patiskadan iyi bir takım elbise dikilemez. İlk ve orta öğretimde analitik düşünebilen, nasıl sorusundan çok neden sorusuna odaklanan zihinlere ihtiyaç var. Birçok üniversiteye sahip olmak nitelikli bilim yapmamızı sağlamıyor; çünkü diploma, üretim yapamaz, insan yetiştiremez, karar alamaz. Eskilerin ifadesiyle "Kem âlâtla, kemâlât olmaz."
Bütün öğrencileri üniversite mezunu yapmak hedefi, diplomalı cahil yetiştirme aracı olabilir; ancak toplumu inşa ve ihya etmez. Alman eğitim modeli ilköğretimden başlayarak her kademede öğrenciyi ayıklar ve kabiliyetlerine göre yönlendirir. Cins kafaları üniversiteye taşır. Örnek almaya değmez mi?
Devletler insanlarının istikbalini eğitim kurumlarında uyguladıkları eğitim modelleriyle tasarlamaya koyulurlar. Doğru eğitilmemiş hiçbir zihinden, doğru sonuç alamazsınız. Çoktan seçmeli sistem analiz yapma ve sonuç çıkarmaya mâni kör alanlar inşa eder.
Renkli ve ihtişamlı okul binalarında nitelikli hoca yoksa, öğrenciden talebe olmaz. Bugünkü eğitim sisteminde talebe-hoca ilişkisi komediye dönüşmüştür. Eğitim-öğretim süreci mesaiye indirgenmiş ve zil ile başlayıp, zil ile sonuçlanmaktadır. Hoca "çölün kumlarında altın zerreleri arayan adam...” olma vasfını yitirmiştir. Burada Cemil Meriç'e kulak kesilmek gerek: “ Emanetleri ehline tevdi ediniz.' demiş din. (…) Asırlar geçti, birer birer söndü meşaleler. İrfan asaletini kaybetti. Hafızaya çakıl taşı gibi saplanan bilgi kırıntılarına yeni bir ad bulduk: Kültür. Genç kuşaklar, Batı’nın bit pazarlarından ithal edilmiş bu hazır elbiselere küçümseyerek bakıyor. Hoca öğretmen oldu, talebe öğrenci. Öğretmen ne demek? Ne soğuk ne haysiyetsiz ne çirkin kelime. Hoca öğretmez, yetiştirir, aydınlatır, yaratır. Öğrenci ne demek? Talebe isteyendir; isteyen, arayan, susayan."