Cumhuriyetimizin manevi cephesi

Abone Ol

En başından şunu çok içten ve kuvvetle ifade edeyim: Bu milletin hiçbir kesiminin cumhuriyetimizle ilgili bir tereddüdü olduğu kanaatinde değilim.

Zira bunun en açık delili, milletin kendi temsilini ne derece önemsediği ve bu zeminde seçimlere ve TBMM’ye olan teveccühüdür.

Şu soruyu tersten sorduğunuzda da alacağınız cevap sadece ifademin teyidi olacaktır: “Bir saltanat ya da padişahlık ister misiniz?”

Bugün “itiraz” gibi öne çıkan seslerin meselesi de cumhuriyet değildi/değil, çarpıtılan tarih ve “hain” konumuna itilen Sultan Vahdettin ve ailesidir.

İtirazın başka bir sebebi de kurtuluş ve cumhuriyete giden yolda hakkı teslim edilmeyen manevi cephedir.

Bizde bu zeminde cumhuriyetimizi tekeline almaya çalışan bu elitist kafalara, onlardan çok daha fazla “hak sahibi” olduğumuzu anlatmaya çalışacağız.

Bir sosyolog ve cumhuriyet tarihçisi olarak bu inkârın ve yok saymanın izini sürmek benim açımdan bir vicdan meselesiydi.

Atatürk’ün büyük bir komutan olduğunu keşfeden ve onu Anadolu’ya iradesiyle gönderen Vahdettin’i devreden çıkardığınızda, anlatacak hiçbir şey kalmaz sanırım; “Atatürk Anadolu’ya kaçarak geldi.” dediğinizde.

Zira yıllarca inkâr edilen o belgeler 1982 yılında askerî yönetimin Başbakanı Bülent Ulusu’nun ön sözüyle, “Atatürk ile İlgili Arşiv Belgeleri” adıyla yayınlandı.

30 Nisan 1919 tarihli Padişah Buyruğu, Tuğgeneral M. Kemal Paşa’yı çok geniş yetkilerle 9. Ordu Müfettişi olarak görevlendirdi. 

Ve zaten Atatürk’ün Anadolu’ya geldiğinde gördüğü iltifat, aldığı destek de bunun çok açık bir ispatıdır.

Amasya’da Atatürk’ü karşılayan Amasya Müftüsü Hoca Tevfik Efendi ile olan teması bile çok şey söyler bu noktada: “Paşam, bütün Amasya emrinizdedir.”

Elini öpmek üzere hamle yapan paşayı da kucaklayarak iltifatını göstermiş ve bütün Amasya’da coşkulu bir hava oluşturmuştur.

Bab-ı Meşihat bünyesinde kurulan Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiye teşkilatı da bu manevi teveccühte çok önemlidir; Mehmet Akif’in de içinde bulunduğu bir yapı olarak.

Atatürk’ün de mücadele boyunca yaptığı vurgular şunu çok açık olarak teyit eder: Kurtuluş mücadelesin en önemli motivasyon kaynağı din ve vatan sevgisi olmuştur.

Fakat bir icatçı tarih anlayışı, bu cepheyi haksız yere bir “yok sayma” çabasına girişmiştir.

Ne yazık ki bu tarih icadı, cumhuriyetimizin 100. yılını kutlarken bile konuyu yorumlayan akademik çevrelerde hâkimdir ve manevi cephe hak ettiği yeri hâlâ bulamamaktadır.

Meselenin bir başka yönü de cumhuriyet fikrinin Osmanlı toplumuna çok yabancı olmadığı hatta istikbaldeki “Büyük Cumhuriyet”in habercisi olan ve iki yerde kurulan geçici cumhuriyet hükûmetleridir. 

23 Nisan 1923 yılında muktedir bir cumhuriyeti kurmadan önce 31 Ağustos 1913 yılında kurulan Batı Trakya Türk Cumhuriyeti ile 17-18 Ocak 1919’da Kars’ta kurulan Güneybatı Kafkas Cumhuriyeti’dir.

Geçici oldukları, isimlerinde de zikredilmiş ve gelecekteki ideale işaret etmişlerdir âdeta.

Tarihinde hiç devletsiz kalmamış Türklerin, en zor şartlarda bile ne denli bir devlet ideali taşıdıklarını ve bunu da zamanın ihtiyaçlarını ve gelişen fikriyatı görerek gerçekleştirdiklerini, tarih bize açık olarak göstermektedir.

Bu sebeple cumhuriyet, bu milletin devletleşme sürecinde eriştiği önemli bir merhaledir ve o da 100. yaşıyla bir asrı geride bırakarak rüşdünü ispatlamıştır.

Cumhuriyetimiz için yapılan en büyük kutlama, onun muasır medeniyetler seviyesine çıkarılması hatta önüne geçirilmesi idealidir.

Törenler ve eğlenme bu süreçte elbette önemlidir; fakat Milli Teknoloji Hamlemizi -Kaan savaş uçağımız başta olmak üzere hepsi- pek çok ürünüyle ona atfetmek, en büyük kutlamadır.

Yapılan çapsız eleştirilerin ise bu zeminde hiçbir anlamı yoktur.

Çünkü cumhuriyetimizi en iyi kucaklayanlar ve ona en büyük hediyeyi sunanlar yine o elitis tekelcilerin dışlamaya çalıştığı manevi cephenin ahfadıdır.

O hâlde soralım: Kim daha cumhuriyetçidir ve cumhuriyetimizle asıl derdi olanlar kimdir? 

Cumhuriyetimizin daha nice 100 yıllarını kutlamak duasıyla…