Sakarya’da iki asırlık geri çekilişimiz durdurulmuş, bir yıl sonra ise 30 Ağustos 1922’de Dumlupınar’da Yunan Orduları bütünüyle mağlup edilmişti. İşgal güçleri bir barış antlaşması yapabilmek için Türk heyetini Lozan’a davet ediyordu. Ülkede iki hükümet bulunuyordu. Birisi halen İngiliz işgali altında bulunan İstanbul Hükümeti ki, parlamentosu Ankara’ya üç yıl önce taşınmıştı. Diğeri ise harbi yöneten Ankara Hükümeti. Lozan görüşmeleri sırasında bu iki başlılığı ortadan kaldıracak hamle Millet Meclisi’nden gelmişti. 1 Kasım’da sayım yapılmayan bir oylama ile saltanat kaldırılarak tek meşru yönetim Ankara Hükümeti olacaktı. Mecliste, saltanatın kaldırılmasına muhalefetinin temel sebebi ise milletvekillerinin, Mustafa Kemal’in diktatör olacağı şeklindeki vehimleriydi. Saltanatın bir şekilde ülkede dengeyi sağlayacağını düşünüyorlardı.
Lozan’da, antlaşmayı TBMM gerçekleştirecekti. Fakat devletin adı yoktu. Bu sebeple Lozan’ı Türkiye, Meclis Hükümeti adına imzalamıştı.
İstiklal harbini kazanan Meclis’in; Ankara’da devleti, İstanbul’da halifesi vardı fakat devletin adı konulmamıştı. 11 ay sonra başka hiçbir parti olmadığı için tamamı Halk Partisi (CHP) milletvekillerinden oluşan mecliste, Cumhuriyet ilan edildi. Böylece devletin adı konulmuş oluyordu. Bu devlet, İslam dünyasında kurulan ilk İslam cumhuriyetlerinden birisiydi. Çünkü devletin dini “İslam”dı ve bu durum beş yıl boyunca sürecek; laiklik maddesi ise anayasaya ancak Cumhuriyet’in ilanından 14 sene sonra koyulabilecekti. Türkiye’de devlet yıkılmamış, bilakis tahkim edilmişti. Meclis, hilafeti Cumhuriyet’in ilanından 1 yıl sonra kaldırdığında dahi Türkiye hala bir İslam Cumhuriyeti idi.
Bilinenin aksine Cumhuriyet’in ilanı, Kemalist devrimler arasında sayılamaz. Çünkü, Osmanlı Saltanatı, Abdülhamid’in tahttan indirildiği 1909’dan beri hukuken devam etse de, fiilen yoktu. İktidarı ele geçiren İttihat Terakki yönetimi I. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar ülkeyi fiilen ve tek başına yönetmişti. Cumhuriyet’in ilanı, zaten fiiliyatta iktidarda olmayan Osmanlı Hanedanı’na son vermekten ibaretti. Mutlakiyet rejimi yerine “milli hakimiyet”e dayanan sistem, II. Meşrutiyet’ten bu yana ülkede zaten mevcuttu. Hatta tüm ülkede Iyd-i Milli adıyla, Meşrutiyet Bayramı her yıl 24 Temmuz’da şaşalı bir şekilde kutlanıyordu. Bu kutlamalar 1934 yılına kadar sürecek ve ancak Cumhuriyet Bayramı kutlamalarını gölgede bıraktığı düşünüldüğünde sonlandırılacaktı.
Türkiye’de Halk Partisi’nin dikta yönetimine karşı kurulan ilk siyasi hareketin adı dahi Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’ydı. 1924’te Milli mücadele komutanları olan Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Refet Bele gibi isimler tarafından kurulan, böylesi bir muhalefet hareketinin kendisine Cumhuriyet ismini seçtiği gören Halk Fırkası, apar topar isminin önüne Cumhuriyet ifadesi koymak zorunda kalmıştı. CHP böyle doğdu.
Şapka dayatmasına, medreselerin ve sıbyan mekteplerinin kapatılmasına, alfabesinin hatta müziğinin yasaklanmasına, camilerinin haraç mezat satılmasına karşı öfkesi hiç dinmeyen milletimiz, Cumhuriyet’in ilanına asla karşı çıkmadı.
Cumhuriyet bir devrim değil, bir süreçti. Herhangi bir ideolojik karakter taşımıyor, şekilsel bir durumu izah ediyordu. Tek adam rejimini değil, milletin istişare ile kararlarını almasını öngörüyordu. O sebeple, İstiklal Savaşını başlatan son Osmanlı Parlamentosu milletvekilleri tarafından kurulan TBMM, duvarına Şura Süresi’nin 38. ayetini yazmıştı: Onlar (müminler) işlerini istişare ile yaparlar.
Şimdi söyleyin. Bu Cumhuriyet kimin?