Aklıma, televizyonun hayatımıza sirayet ettiği 90’lı yıllar geldi. Çatılarda rüzgârla dans eden antenlerle bir iki televizyon kanalı izlemeye çalıştığımız “çocukluk” dönemleri. Daha internet’ in adı bile duyulmamış Anadolu sokaklarında. Fakirlik Anadolu’nun her yerinde tavan yapmış, televizyon almak büyük mesele. Gurbetçi babam Almanya’dan bir televizyon göndermiş, evde her akşam stadyum havası yaşanıyor. Kimse ne yumuşak minder nede rahat koltuk arıyor, bir bardak sıcak çay ve yaslanacak bir duvar.
Film başlıyor evde dolu bir sessizlik. Gözleri yora yora bakıyor herkes, ne anladıklarını o zamanlar anlamaya çalışıyorum. Önemli bir meseleye odaklanmış gibi duruyorlar. Çaylar sıcak, insanlar sıcak, film heyecanlı. Sus pus ekrana odaklanmış onlarca insan etrafımda.
Büyükler televizyonu tanıma ve anlama dönemlerindeler.
Mahallenin gençleri, geç saatlere kadar sokakta oturuyorlar. Muhabbet geceyi kesiyor resmen, tebessümler günün bütün yorgunluğunu alıyor. Dikkatleri dağıtan hiçbir unsur yok, ne çalan telefon sesleri nede resim çekilme dertleri sarmamış toplumu. Her şey doğalından daha doğal!
Aşklar yürekte saklanıyor. Nerede o ulu orta şu kıza sevdalıyım sözlerini söylemek. Her şey edepli, her şey edebine uygun oluyor.
Tabiat ana şefkatli, organik kelimesi daha düşmemiş ortalığa, üç beş bakkal’dan öteye gitmeyen, gram ile gofret, bisküvi alma dönemleri. Her şey çok güzel, her şey çok güzel kelimesinin bile anlatamayacağı kadar içi dolu.
Anadolu her şeyi ile uykuda ve tertemiz. Birileri aramıza henüz girmemiş, birileri henüz bizi birbirimizden uzaklaştırmamış. Herkes muhabbette, herkes birbirine yardıma hazır, “banane” ve “sanane” kelimeleri daha düşmemiş dillere.
Gurbet usul usul bütün aileleri virüs gibi sarmaya başlamış. Yokluk adım adım insanları büyük şehir yollarına düşürme fikirleri ile sallanıp duruyor. Yokluktan kurtulmak için aranan uzun yollar.
Anadolu her şeye rağmen çok güzel o günlerde. Saf ve temiz.
Kahvehaneler ağzına kadar dolu, akşam oturmaları çok. Herkes herkesin evine aramadan sormadan çat kapı rahatlığı ile misafirliklere geliyor. Madden her şey az, manen ise çok. Ekmek ve peynir bugünlerden daha lezzetli.
80-90’lı yıllar işte.
90’lı yıllar Anadolu’nun dönüm noktasıdır. Hızlı bir elektronik ve teknoloji dönemleri ile 2000’li yıllara ulaştık.
Şimdi, 2017 yılını yaşıyoruz. Geriye dönüp baktığımda büyük değişimlerden geçtiğimizi görüyorum. Özellikle, teknolojinin hayatımızı sardığı dönemleri yaşıyoruz. Daha çok teknoloji daha çok iletişim çabaları ile varımızı yoğumuzu verip, aylarca çalışarak lüks teknolojik aletlere sahip olmaya çalışıyoruz.
Bakıyorsunuz, ülke insanının gün geçtikçe mutsuzlaşmaya yatkın tavırlar içerisinde olduğu gözlemlenmeye devam ediliyor. Anket yapılıyor, çoğu insan kendisini “mutsuz” olarak ifade ediyor.
Yani yolunda gitmeyen bir şeyler var ve iyice yolundan çıkıyor. Etrafına kör ve sağır, elinden telefon düşmeyen, komşusu ne halde haberi olmayan, ana babasının en son ne zaman yüzüne baktığını hatırlamayan, şükretmenin ne olduğunu sadece kelime olarak bilen, emek vermeden bir şeylere sahip olmaya çalışan vb.. özelliklerle insanların sayısı artıyor.
90’lı yıllarda bir evde 5-10 aile beraber televizyon izleyip mutlu olabiliyorken, bugün her aile televizyondan öte her türlü teknolojiye sahipken kendini mutsuz tanımlayabiliyor.
Ruhen çok kalabalığız. Değişim bizi mutsuzlaşmaya, yalnızlaşmaya itiyor. Daha çok teknoloji daha çok elektronik eşyalar bizi birbirimizden ayırmaktan başka işe yaramıyor artık. Birbirinin gözlerine uzun uzun bakmayan insanların olduğu dönemlerden geçiyoruz.
Yalnızlaşıyoruz. Doyumsuz, tatmin olmayan, hep daha çok, daha fazla, daha iyi diye diye hayatımızda var olan tüm güzellikleri yitiriyoruz.
Örseleniyor duygularımız, sembollerle gülüyor, hızlı tüketiyor ve şeytanın doyumsuzluk oyunundan hep “kaybeden” olarak çıkıyoruz. Değerler ve değerin tanımı değişiyor. Madde ve maddiyatın gücü maneviyatın üzerinde değer görüyor. Eşyaya sahip olmak için ömrümüzün en değerli zamanlarını heba ediyoruz.
Nihayetinde teknoloji ve eşya ile uyuşturulmuş “duygusuz ve hissetmeyen” canlılara dönüşmeye devam ediyoruz.
Bu noktadan hareketle çok daha olumsuz cümleler kurmak istemiyorum. Sadece “farkındalık” oluşturmak ve zaman zaman durup hayatımızı gözden geçirmemiz gerektiğine inanıyorum. Aylık kazandığımız paranın hesabını en ince ayrıntısına kadar yaptığımız gibi geçirdiğimiz ömründe her anının hesabını iyi yapmamız gerekiyor.
Unutmamak gerekiyor ki, bizi saatlerce uyuşturan telefonlar, günde 3-5 saat karşısında oturduğumuz televizyon veya saatlerce boş boş oynadığımız hiçbir oyun bize bu hayatın geçen zamanlarını geri getirmeyecek.
Elbette kullanacağız, ancak kölesi olmadan, bizi kendisine köle ettirmeden.
Bazı uyanışlar çok geç oluyor hayatta. Sürekli birileri bizi uyutuyor mu, ya da ben uykuda mıyım gibi soruları kendimize sorup, kendimize bir gaye bir hedef belirlememiz gerekiyor.
Elbet bizi bu dünyaya koyan, başıboş yaşamamız için koymadı. İnsan olmanın bir manası ve gayesi var. İşte birileri bizi bu manadan hep uzaklaştırmaya çalışıyor. Bunun farkında olalım.
Ve hep hatırlayalım ki ;
Geçiyor işte insan dünya‘ dan, Mevsimler gibi, Yağmurlar gibi.