Coğrafya kaderdir

Abone Ol

17 Ağustos 1999 Depremi’nde şimdi olduğu gibi Gölcük’te ikamet ediyordum. O gece iznim bitmiş ve görev yaptığım TCG Zafer’e katılmak üzere Karadeniz Ereğli’ye gitmiştim. Yol yorgunu olduğumdan hemen istirahate çekilmiştim ki 03.02’de geminin aşırı yalpalamasıyla uyandım.

Deprem Ereğli’de de hissedilmişti ama hepimizin aklı Gölcük’teydi doğal olarak. O vakit henüz bekâr olduğumdan ve ailem de Ankara’da yaşadığından kendimden başka düşüneceğim kimse yoktu. Ancak gemideki arkadaşlarım yerinde duramıyor, ailelerinden haber almaya çalışıyor ve kahroluyorlardı.

Sabah olup da televizyonlar bölgenin havadan görüntülerini servis etmeye başlayınca depremin boyutunu anlamaya başladık. Arkadaşlarım çaresizlikten ağlıyor, bir an önce Gölcük’e gidip ailelerini bulmak ve mümkünse emniyete almak istiyorlardı.

Nihayetinde zor da olsa yetkili mercilerle irtibat kurulup, personelin vardiya usulü Gölcük’e gidip ailelerini kontrol etmelerine izin verildi. Öncelik evli ve çocuklu arkadaşlara verildi. Ben ve yanımda birkaç arkadaşım da, hem haber alınamayan arkadaşlarımızı bulmak hem de ihtiyaç duyulan yardım malzemelerini iletmek üzere ikinci partide Gölcük’e gittik.

Henüz depremin üzerinden iki gün geçmişti ve yollardaki trafik yoğunluğu devam ediyordu. Ayrıca güzergâhtaki yolların bir kısmı hasar görmüş ve ulaşım alternatif yollardan zorlukla yapılmaktaydı. Buna rağmen Gölcük’e varmış ve iletişim kuramadığımız arkadaşlarımızı ve ailelerini aramaya başlamıştık.

Ama Gölcük bizim bıraktığımız Gölcük değildi. Her yer yıkılmış, sokaklar, caddeler, apartmanlar birbirine girmiş, çevreyi bir toz tabakası kaplamıştı.

Ne yapacağımızı bilemedik önce. Hatta çaresizlikten, umutsuzluktan, bilinmezlikten dolayı hüngür hüngür ağladığımı hatırlıyorum. Elimde değildi, tutamıyordum kendimi. Gördüğüm manzara içimi yakıyor, konduramıyordum iki gün önce bıraktığım Gölcük’e bu durumu. Ama maalesef durum buydu.

Bunları niye mi anlattım?

6 Şubat, 04.17’de merkezi Kahramanmaraş’ın Pazarcık ilçesi olan 7,7 gücündeki depremi haber aldığımda da neredeyse aynı duyguları hissettiğim için.

Büyük bir çaresizlik, benzeri görülmemiş bir yıkım, acılar, gözyaşları, enkazlar, yardım feryatları, elleriyle enkazları kazanlar, toz bulutları ve yangınlar…

17 Ağustos’tan farklı olarak söyleyebileceğim tek şey ise uzun zamandır yağsın diye dört gözle beklediğimiz karın, tam da deprem gününde etkili olması ve bölgeye ulaşımı daha zorlaştırmasıdır.

Evet, Türkiye bir deprem ülkesi. Bu bizim kaderimiz. Anadolu’yu yurt edindiğimizden beri bu gibi afetlerle karşılaşıyor ama yıkılanı yeniden yapıp yolumuza devam ediyoruz. Öyle ya, deprem bölgesi diye yurdumuzdan vazgeçecek değiliz ya!

Ama kayıpları engellemek veya azaltmak için yapabileceğimiz bazı şeyler olduğunu da unutmamız gerekiyor. Uzmanlarımız hep ne diyor? “Deprem öldürmez, bina öldürür”.

Öyleyse, özellikle Doğu Anadolu ve Kuzey Anadolu fayı üzerinde bulunan yerleşim yerlerinde deprem bilinciyle daha sağlam binalar yapmamız gerekmez mi?

Tabi ki gerekir. Aslında uzun süredir de bu konuda önemli hazırlıklar yapılıyor. Mevzuatımız da bu konuda gayet yeterli.

Daha önce yaşadıklarımızdan çıkarılan dersler koordinasyonun ne kadar önemli olduğunu gösterdi bize. Ve artık süreci koordine edecek ve yönetecek AFAD gibi bir kurumumuz var.

Aslında Van, Elazığ, Malatya ve İzmir depremlerinde bu konuda iyi sınavlar verildi. Arama kurtarma ekipleri hızla deprem bölgelerine yönlendirildi ve müdahaleler kısa bir sürede başladı, yardımlar organize edilip hak sahiplerine ulaştırıldı. Kimse aç ve açıkta bırakılmadı. Hatta kısa sürede kalıcı konutlar yapılıp teslim edilerek depremzedelerin çadırlarda veya konteynerlerde uzun süre kalmasına izin verilmedi. 

O zaman Maraş depreminde yanlış giden şey neydi?

Bir kere yaşanan 7.7’lik deprem gerçekten çok büyük ve şiddetliydi. Örneğine pek rastlanılmayacak şekilde kısa süre içerisinde ikinci bir büyük deprem olmuştu. Aynı zamanda depremler geniş bir alan üzerinde etkili oluyordu. Ayrıca iklim koşulları da müdahaleyi geciktirmişti. Buna bir de Doğu Anadolu fayının üzerindeki şehirlerin yeterince hazırlıklı olmadıkları gerçeği de eklenince sanırım ilk iki gün yaşanan sorunların sebepleri ortaya çıkacaktır.

Evet, başta da söylediğimiz gibi coğrafya kaderdir ama bu topraklarda yaşayan insanlarımızın deprem nedeniyle ölmesi kader değildir!

Eksikliklerimizi tespit edip giderecek, yıkılanın yerine daha iyisini yapacak ve depremle yaşamayı öğreneceğiz. Keza başka şansımız da, başka yurdumuz da yok.

Bu vesileyle, depremde hayatını kaybedenlere rahmet, yaralılarımıza acil şifalar ve yakınlarını kaybedenlere de sabırlar diliyorum. Ayrıca bu soğuk havada hayatlarını idame ettirmeye çalışan depremzedelere de Allah’tan güç, kuvvet diliyorum.