“Çocuklarımızı okula nasıl hazırlayacağız?” Televizyonda altyazı. Akıp gidiyor: Veliler soruyormuş. Belli ki sormaları isteniyor. Belli ki sormaları sipariş ediliyor. Bu sorunun muhtelif cevapları arkasında bekleyen asıl soru ise susuyor:
“Okullarımızı çocuğa nasıl hazırlayacağız?”
Bu soru eğitimcilerin sorusu… Sorusu olmalıydı, daha doğrusu. Ama eğitimcileri, veliler gibi ‘iş bilmez’ diye tarif eden ve onlara sormaları gerekenleri öğreten uzmanlar grubu yok. Sırayı alalım ve sevgili bakanımız başta olmak üzere, eğitimcilere soralım: “Okullarınız çocuklarımıza hazır mı hocam?”
Bahçesinde “ırrrrahatttt!”/”hazrooolll!” yollu militer komutların kol gezdiği okul çocuğa hazır değildir gibi gelir bana; çocukça hiç değildir. İnsan şekli verilmiş tunçtan bir taşın önünde sıraya sokma işlemlerinin sürdüğü, çiçeklerden arındırılmış, çimlerden uzaklaştırılmış o beton bahçe, çocuklara ait değildir; imkânı yok; çocuk merkezli olamayacaktır.
Sınıfın tek adam bakışı altında tarassut edildiği, kitaplarının ilk sayfalarında ‘kadir-i mutlak’mış gibi tek ‘kahraman’dan söz edildiği bir eğitim, çeşitliliği arzulayan, çok renkli dünyayı özleyen çocuğa göre değildir. “Andımız” adındaki o ucube metinle, körpe dimağların etnik kimlikle ‘mutlu’ edilmeye zorlandığı, bir faninin adının “Ey bize bugünleri bağışlayan ulu…” diye tanrılaştırıldığı uygulamadan kurtuluşumuzun üzerinden sadece beş yıl geçmiş olması bile acıtıcı… Beş yıl sonra, “tüh!” diyeceğimiz neleri doğru ve güzel diye yapıyoruzdur Allah bilir… Allah bilir de, bizim de düşünmemiz gerek değil mi?
Çocukların arka arkaya sıralandığı masalar çocuk ruhunun çok yönlülüğünü siler. Birbirlerini ancak enselerinden görebilmeleri, çocukça yakınlık arayışlarını felç eder. Öğretmen masası merkezli hiyerarşik düzen, çocuklar arası işbirliği alışkanlığını öldürür; oyun-odaklı fıtratı yaralar. Yetişkin eğitiminde bile tercih edilmeyen bu asimetrik iletişim, cumhuriyetçi değildir; darbeci kafalara daha uygundur.
Sınıfın araç ve gereçleri, yuvasından yeni kopmuş bir çocuğu adeta devletleştirmek içindir; hızla anonimleşmeyi öğrenir çocuklar. Ne evinden bir oyuncağını alıp getirebilir çocuk ne kedisinin resmini asabileceği bir duvar bulabilir. Çocuğa azami yabancılık ve maksimum yalnızlık hissettirecek yalıtılmışlık, çocuk özgünlüğünü eritmeye başlar.
Okul dediğin, her şeyin ‘yönetmelik’ gereği belirlendiği; köşeli bir mekân ve soğuk bir alandır. Anlam ve amaç yüklenmemiş, yakınlık ve tanıdıklık taşımayan nötr nesneler, duyguların ifadesini büyük oranda baltalar. Öğrencileri tek bir testin filtresinden geçiren başarı sistemi, çocuğun olduğu gibi var olma ihtiyacını en başından yok sayar. İnsan sıcağından yoksun; tanıdık sembollerden arındırılmış bir ortam, çocuğun özgünlüğünü, çocuk kalbinin biricikliğini bir anda boğar. (Buna bir de, hepsini zoraki eşitleyen üniformayı ekleyebilirdik ama şükür ki yakın zamanda kalktı.)
Yazı tahtası ciddi; sınıfın pencereleri çatık kaşlı, koridorlar resmî, ders kitapları tek-tip… Annesinin resmini koyabilir mi çocuk hayat bilgisi kitabının ilk sayfasına? Babasının doğum günü mesajını yapıştırabilir mi sınıfın panosuna? Kendi odaları gibi inşa edebilir mi çocuklar sınıflarını?
Soru sormak serbest değil miydi hocam?