Çevreyi/tabiatı tanımak ontolojik bir zarurettir (II)

Abone Ol

İlkçağ’da ve Ortaçağ’da insanların astronomiyle ilgilenmeleri farklı gerekçelere dayandırılabilir ancak evren ve insan arasındaki ilişkiyi anlama gayreti olarak bu çalışmaları değerlendirmek gerekir. Ayrıca bu dönemlerde bilgin/âlim sıfatını kazanmak dönemin matematik, fizik ve devlet teorileri gibi bilgileri yanında astronomi bilgisini de gerektiriyordu. Antik Yunan düşünürleri veya dünya bilim tarihinin ünlü müslüman bilim adamları tek bir alanı değil multidisipliner tarzda birden çok sahayla o dönemlerinde erişilebilmiş boyutlarıyla ilgileniyorlardı. Böylece insanı toplumun bir parçası olarak sorumluluklarıyla birlikte değerlendirirken diğer yandan onu bütün evrenin içerisinde anlamlandırmaya çalışıyorlardı. Alija “Gökyüzünün öğrencisi olmak” ile bunu kastetmedi tabii ki… Fakat gökyüzünün bizzat kendisi dikkatli bir göz için iyi bir öğreticidir. Gökyüzünü fark etmek yeryüzünde cismani değerimizi anlamanın da ilk yoludur.

Bugünkü terim anlamıyla “çevre” meselesi ise oldukça yeni bir farkındalık sahasıdır. İnsanın çevre ile olan geleneksel yararlanma ilişkilerini Sanayi Devrimi’nden bu yana yararlanma ilişkisinden, tam bir sömürü ilişkisine dönüşmesi, bir değer olarak çevrenin yitirilmesi ve ekolojik dengenin bozulması endişelerini beraberinde getirdi. Bugün en geniş anlamdaki çevremiz olan evreni insanoğlunun kirletme gücü yok. Ancak atmosferin içi ve yakın çevresinde uzay çöplüklerinin ortaya çıktığı da bir vakıa. Fakat içinde yaşadığımız çevreyi acımasız bir hoyratlıkla kullanmanın maliyetleri soluduğumuz kirli havayla okyanuslara kadar kirlenen sularla içilebilir su kaynaklarının kirletilmesiyle ve bütün dünyada tarım alanlarının kentleşme adına talan edilmesiyle insanoğlunu ağır bedeller ödemeye doğru sürüklüyor. Yırtılan(incelen) ozon tabakasından denizlere boca edilen kimyevi atıklara orman alanlarının küçültülmesinden içinde yaşadığımız radyasyon ve elektronik ağ bulutlarına kadar bedeni ve psikolojik sağlıklarımızı dolayısıyla insanlığın geleceğini tehlikeye sokan bir tehdide gözlerimizi yumuyoruz.

Şimdi dönelim bu ilişkinin nasıl olması gerektiğine. Her şeyden önce bütün yeryüzünü ve içindeki kaynakları sonuna kadar kendi hakkı ve kendisiyle boğuşulması gereken varlıklar olarak görmek oldukça kapitalist ve acımasız bir tarzdır. Kapitalizm öncesinde de yeni dünyaya on beşinci yüzyıl sonrasında açılan Avrupalı halkların beş yüzyıl boyunca toprak, hayvan ve yerli insanlara sömürü mantığıyla yaklaşmaları kolonizasyon döneminde Afrika’daki sömürgecilik dönemleri Avrupalı halkların çevre konusunda bütünüyle pragmatist ve acımasız tavırlarını ortaya koyuyordu. Tabi ki bu söylediklerimizden Avrupa’daki vicdan ve insaf sahibi entelektüeller, akademisyenler ve çevrecileri tenzih ediyorum.

Çevreye “Müslümanca” yaklaşım ise insanın, insanı, hayvanı, ağacı ve bütün çevreyi bir emanet olarak görmesi yaklaşımını zorunlu kılıyor. Her şeyden önce ihtiyacından fazlasını toplamayı, biriktirmeyi, avlamayı bir zarar verme ve israf olarak değerlendiriyor. Hayvanlar da dahil olmak üzere kıyımları açık emirlerle yasaklıyor. Zararlı olmadığı sürece böcekleri, karıncaları, köpekleri ve diğer hayvanları keyfi öldürmeyi yasaklıyor. Özetle çevre bir emanet olarak görülüp kabul edilmelidir. Uygulamada bu sonucun gerçekleşmemiş olması bu idealden vazgeçilmesini gerektirmiyor.

Batı düşüncesinin ortaya çıkardığı çevreyi sömüren yaklaşım ile Müslümanlara emredilen çevreyi emanet olarak görüp gelecek nesillere daha fazlasını aktarma düşüncesi arasındaki büyük uçuruma rağmen bu topluluklar bu konuda başarılı bir model geliştirememişlerdir. Batıdaki çevreci kuruluşların çalışmaları (siyasi maksatlılar dışında) ciddi çalışmalara imza atmaktalar.

Küresel çapta dünyayı kirletenler, başta gelişmiş ülkelerdir ve çevre felaketlerinin sorumluluğunu üstlenmeye de niyetli değillerdir. Daha az gelişmiş olan Müslüman ülkeler ise küresel çapta kirliliklere sebep olmasalar bile içme suyu kaynaklarının akarsuların, denizlerin ve havanın kirletilmesi karşısında oldukça duyarsız bir tablo çiziyorlar. İnsanın, bütün çevresindeki canlı ve eşyanın yani bütün varlığın emanetçisi görünümünden çıkması sonucunu doğuruyor.

Hâlbuki çevre konusunda İslam’ın koymuş olduğu kurallar, teoriden pratiğe taşınabilseydi, “kıyametin kopacağını bilse elindeki fidanı dikmeyi” öneren; bir meyve ağacı yetiştirdiğinde meyvelerinin kuşlar, böcekler ve hatta hırsızlarca bile yenmesi halinde “sadaka hükmünde” olacağını söyleyen Hz. Peygamber’in(sas) önerileri tutulmuş olsaydı, Müslümanlar’ın yaşadığı ülkeler bugünkünden farklı bir görünümde olabilirdi.

Çevre ve yapılaşma ilişkisi ile çevre ve yerleşim içerisinde insanın konumu tartışılması gereken ontolojik problemlerin diğer bir boyutunu oluşturuyor. Üzerinde az durulmuş olan İslam’ın çevre anlayışı, çarpık ve dikey gelişen, estetikten mahrum binaların, tarım ve yeşil alanlarını yok eden; çevre bilincini basit bir bahçe peyzajı olarak algılayan anlayışa kesinlikle uymadığını söylemek gerekir.

İnsanın eşyayla ilişkisinde her şeye sahip olma ve hükmetme gibi maddeci bir dürtü hatalı yoldur. Şimdilik, insanı çevrenin bir parçası ve onunla uyumlu yaşamak zorunda olan bir emanetçi olarak yeniden konumlandıracak bir yorum gerektiğini ifadeyle yetinelim…