“Olay yeri” Suudi Arabistan konsolosluğu. Muhtemel “cinayet mahalli” anlayacağınız. Taksim’de bir sokak arasındaymış. Hiç gitmedim. Finlandiya konsolosluğuna da gitmedim ben. Beşiktaş’taymış; işim düşerse giderim. Macaristan konsolosluğuna hiç uğramadım; Kâğıthane’deymiş. O büyülü kenti, Budapeşte’yi görmek istersem; belki zevkine giderim.
Ama Suudi Arabistan Konsolosluğu başka… Pasaportumda Taksim’de bir sokak arasında olduğu söylenen o binada basılmış onlarca mühür var. Cemal Kaşıkçı gibi “Kingdom Of Saudi Arabia” ya da “KSA” vatandaşı değilim. O bina benim ve benim gibi milyonlarca kardeşimin girmeye can attığım kapının eşiği, en kritik geçişlerimin ilk kavşağı. Gönlümün başkentine giden yol o binada “takkk!” diye inecek bir mühürle başlıyor. Alnımı koyduğum Kâbe’nin gölgesine, hayatımı adadığım “âlemlere rahmet” Peygamberimin huzuruna oradan geçiyorum. İsmim o binada incelenmeden, özgeçmişim, fikrim, yazılarım o binadakiler tarafından gözden geçirilmeden gidemiyorum Hira’ya, Safa’ya, Merve’ye, Arafat’a, Uhud’a, Bedir’e Taif’e. O mühür inmez de, bana vize çıkmazsa çıkmaz; yetki KSA yetkililerinde.
On gündür Turan Kışlakçı’nın kişisel çabasıyla Suud Krallığı vatandaşı gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın o binaya girip bir daha çıkamayışını konuşuyoruz. Çember giderek daralıyor, sinsi bir cinayetin, kirli bir komplonun detayları belirmeye başlıyor. Başkonsolos suspus. Soruşturma başladı. İzinler çıktı vs. Bu vesileyle, uluslararası anlaşmalar yüzünden, o binada sorgusuz sualsiz cinayet işlenebilir olduğunu öğreniyoruz.
Şu anda pır pır yürekleriyle, hasretli nefesleriyle Cidde ya da Medine uçağına binmek üzere olan umre ziyaretçilerinin pasaportları da orada mühürlendi. Mühürlenecek on binlerce pasaport ise yolda. Hac ve umre organizasyonu gibi hususi ve hassas bir işi yapan kardeşlerimiz o binadaki görevlilere dil dökecekler, vizelerin çabucak çıkması için yalvaran gözlerle bakacaklar yetkililere. Hele de 45 yaş altı bir hanım tek başına gidecekse Kâbe’ye, “bir yolunu bulmak” için ekstra ödemeler yapacaklar…
Belli ki bu yüzden Turan Kışlakçı, kayıp gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın nişanlısı Hatice Cengiz ilk başta yalnızdılar. Şimdi cesaretleri sonradan gelmiş bizler o cılız seslere koro oluyoruz. Orası İsrail konsolosluğu olsaydı, çoktan bir gece yarısı kapıya çöker ve tepkimizi sloganlarla gösterirdik. Öyle ya-pa-mı-yo-ruz. İsrail konsolosluğu kadar gözden çıkaramıyoruz Suud konsolosluğunu. Yok aslında, gözden çıkarabiliriz de ama gözden çıkarmayı tercih etmiyoruz. Mesele sadece korku meselesi değil, mecbur ve muhtaç olmanın ezilmişliği değil; ismi konulmamış, varlığı dillendirilmemiş derin bir edep işin içinde. Kendilerini ne de olsa, “Kâbe’nin hâdimi” ilan etmiş, görünür hizmetleri de olan Suud kral ailesine başkaldırmak, laf etmek, yan gözle bakmak, Kâbe’nin hürmetini ihlal, Peygamberimizin aziz hatırasına saygısızlık gibi geliyor bize. Utanıyoruz. Susuyoruz.
Hatırlayalım. Tarihin ana gövdesinin akışı küçük olaylarla değişir. İkinci Dünya Savaşı, bir kurşunla başlamıştı. Suriye Savaşı bir duvar yazısı ile… Daha neler neler… Buna “kelebek etkisi” diyoruz. Cılız kanat hareketiyle bir fırtına başlatabilir o narin kelebekler…
Şimdi sıra “Cemal Etkisi”nde…
Neden bana ait, uğrunda canımı verdiğim mekâna vize ile gidecekmişim ki? Neden gönlümün başkenti Medine’yi yurtdışı sayıyorum ki? Neden Mekke’de sıcaklığı söylerken “bazı dış merkezlerde hava durumu” başlığına ihtiyaç duyuyorum ki? Kanıyla canıyla, sesi ve nefesiyle izzetini ve haysiyetini korumaya adanmış insanlar, onuru uğruna tank altına yatmaya razı olmuş kahramanlar, hatırına seve seve can vermiş şehitlerin yakınları, Muhammed Mustafa’nın[asm] yurduna girerken vize kuyruğunda niye beklesin ki? Sizi bilmem ama beni fazlasıyla yaralıyor bu durum!
Tarihi pek de şerefli olmayan, hak edilmemiş, başta İngiliz, şimdilerde ABD ısmarlaması olan bu krallığa çıplak olduğunu söyleme vakti geldi…
“Cemal Etkisi” kasırgaya dönüşebilir. Eğer, istersek…