Lahika Mektupları’ndaki değişiklikler: Hicri 1545 ve kıyamet iddialarının perde arkası

Abone Ol

Kur’an ve hadisişerifler, kıyametin ne zaman kopacağına dair bilginin Allah indinde olduğunu, Allah’tan başka kimsenin bunu bilemeyeceğini, bu husustaki iddiaların gerçeği yansıtmadığını net bir şekilde bildirmiştir. Bunun tersini iddia etmek, Kur’an ve hadisin zıddını kabul etmek anlamına geldiğinden dolayı, kişinin inancını sarsar, Neuzübillah!

Ben bu mektubun Üstad Bediüzzaman’a ait olduğuna inanmıyorum. Ve Üstad Bediüzzaman’ın inancının da bu şekilde olacağını kabul etmiyorum. Zira böyle bir iddia, O muazzez zata iftiradır. Bu mektup gizli bir el tarafından Lahika Mektupları içerisine ilhak edilmiştir. Nitekim bu konuyu, neşriyatla alakadar olan zevat dahi inkâr etmemektedir. Evet, bu mektubu Lahika Mektuplarına sinsice yerleştirmelerinin sebebi hem Müslümanların akidesini bozmak hem de istikbale ümit ile bakmalarını engellemektir.

Üstad Bediüzzaman’ın Kastamonu Lahikası’nda Hicri 1545 tarihinde kıyametin kopacağını bildirmesi, başlı başına O zata iftiradır. Bu konuyu neşriyatın başında olan kişilerle görüştüğümde, Üstad Bediüzzaman’ın tashihinden geçmiş olan nüshayı henüz bana gösteremediler. Gösterebilseler bile, tevili var der; kıyamet hususundaki inancımı muhafaza ederim.

Efendim, bu ve bu gibi mektuplara şüphe ile yaklaşmakta haksız da değilim. Yukarıda da ifade ettiğim üzere, neşriyat işi ile uğraşan ve Bediüzzaman’ın hizmetinde bulunan kişiler, Çanakkale mevlidinde aleni bir şekilde Lahika Mektuplarına ilaveler ve çıkarmalar yaptıklarını itiraf ediyorlar; şöyle ki:

2010 yılında Çanakkale’de düzenlenen bir mevlid programında, Üstad Hazretlerinin talebelerinden A.Y., S.S.Ö., A.A., S.Ö. ve H.B.’nin da hazır bulunduğu bir mecliste, Üstad Hazretlerinin mezkur talebeleri arasında geçen konuşmaların bir kısmını aynen naklediyorum:

S.Ö.: “Şimdi Üstad zamanında basılan eserler elimizde mevcut. Şimdi Üstad’dan sonra maalesef bazı eserlerde bazı mektuplar çıkarıldı, bazı mektuplar ilâve edildi. Şimdi benim en büyük kanaatim şudur ki; Üstad Hazretleri hayattayken hangi eserler nasıl basıldıysa, onlar esas alınıp; evet bugün zaten kânûn var. 50 sene geçtikten sonra herkes basabilir. Mâni’ olamıyoruz, olamayız. Ama…

H. kardeşin dediği gibi ama Üstadın, sadakatla, tam aynı surat basılması lazım. Ya’ni, ne bir mektûb çıkarılması, ne bir mektûb ilâve edilmesi olmamak üzere basılsınlar. Zâten biz, kânûnen de muâf, bir şey demeyiz. Mâni’ olamayız. Ama, dürüst basılsınlar. Ya’ni, Üstadın istediği gibi. Bu şekilde. Onun için Üstad’ın zamanında, Üstad kendi hayattayken basılan eserler, her nasılsa aynı şekilde devam etmesi lazım. Çünkü, Üstad’ın gözü bir nev’i tam manevi bir nev’i kimya gibiydi. Bu ma’nevî kimya gibi. O nazar, o fenâlardan eserleri şey ettikten sonra, onlara, efendim mektûb ilâve etmek, mektûb çıkarmak kat’iyyen câiz değildir. Çünkü, biz, bugün bakın bazı neşriyâtlara, maalesef birbirini tutmuyor. Şimdi biz hayattayken bu eserleri madem abiler böyle basmış diye şey olabilir. Geçen gün bir mektûb aldım. İnternette diyor ki: “Efendim, Söz neşriyâtı da bu, Envar’da bu, Sözler’de bu, efendim RNK’da bu. Duyan hangisine itibar eder?

o   “Şimdi efendim izâh edeyim. Üstad Hazretleri hayattayken, ‘Emirdağ Lâhikası’nın aslı biribirini tutmuyordu. Bi’z-zât kendisi birebir eliyle çizdi ve ona göre bastık. Sonradan, Allah selâmet versin bir abimiz oradan bazı, ‘Ha, bu mektûb da girsin, bu mektûb da girsin’ diye ‘Emirdâğ Lâhikası’ndan bazı mektûbları ilâve etmiş sırf. Biz bazılarını dedik ki, o abimize dedik, ‘Şimdi bu şu anda basılmış, hayattayken bunları tam bir hâle getiremezsek, o şey, Üstad’ın hayattayken yapmış oldukları ‘esas’tır bizim. Getiremezsek, gelen nesiller, ‘Mâdem ki abiler hayattayken bunlar, yok biribirini tutmuyor, o hâlde biz de şöyle yapabiliriz, böyle yapabiliriz’ diye Allah korusun İncil’e döner. Onun için Üstad hayattayken efendim hangi eser nasıl basılmışsa, o şekilde devam etmesi lazım.’

H.B.: ‘Emirdâğ Lâhikası’nı Üstad neşroslun diye A.A.’ya gönderecekti. Z. abi, size gönderdi. Ben şey yapmıyorum orada. Yanlış anlamayın, bir ithâm değil, bir şey yok bunda. Sonra neyse basıldı, siz de bastınız, biz de bastık, Envar bastı. Şimdi biz rica ettik, dedik ki, ‘Onun orijinali sizde, bize verin.’ dedik. ‘Biz de bakalım, tashîh edelim ba’zı evrâkları.’

S.Ö.: ‘Benim bastığım elinizde.’

H.B.: ‘Yo, olmaz. Bastığın delîl olmaz. Üstadın bastığı delîldir. Öyleyse, siz neden bize vermiyorsunuz? Aynıysa fotokopisini neden vermiyorsunuz? Bu cemaatin önünden ben de size soruyorum, haydi buyurun! Üstad demiş ki, aslı sizde. Ben de buna ricâ ettim. E., fotokopisini aldı. Bu fotokopiyi almışsınız. Ben de sizden ricâ ettim geçenlerde, ‘Ben bu fotokopiyi istiyorum hacı abi’ diyorum, tashîh nüshâyı veriyor.”

S.Ö.: “Biz o fotokopiyi verdik.”

H.B.: “E, ‘Aldılar benden’ diyor. Onun için ihtilâf oluyor. Bu ihtilâfı önlemek için aslını, fotokopisini alacağız biz Envar’dan.”

S.Ö.: “Üstad’ın tashîh ettiği nüshanın aynısı şu anda E.’de.”

H.B.: “Ben şimdi yemîn edeyim mi? E., ‘Bende yok’ diyor!”

S.Ö.: “Sor. Vallâhi verdim ya. Sana yemîn ettim.”

A.A.: (S.Ö.’ye soruyor) “Üstad Hazretleri, bu kitapların hepsini gördü diyorsun. Mesela, ‘Emirdağ Lâhikası’nı bastırdığın zaman Üstad’a verdin mi? ‘Emirdağ Lâhikası’nı Üstad Hazretleri gördü mü baskısını?”

S.Ö.: “Tabii.”

A.A.: “Baskısından sonra?”

S.Ö.: “Evet.”

A.A.: “Emirdağ Lâhikası’nı?”

S.Ö.: “Üstad Hazretlerinin kendi ta’yin ettiği şekilde basıldı.”

A.A.: “Üstad Hazretleri hayatta mıydı?”

S.Ö.: “Yok, hayatta değildi. Ama, Üstad’ın verdiği nüsha elimizdeydi. O nüshaya göre bastık. Sonra sizin bastığınız nüshaya S. Abi 19 mektûb ilâve etmiştir. 19 mektûb Üstad koymamıştır. O zaman siyâsî bir şey vardı.”

Hulasa: Bu münâkaşaya nazaran denilebilir ki: “Emirdağ Lâhikası”ve diğerlerinde dikkatle nazar etmek gerekir.

Selam ve dua ile…

Fiemanillah…