Bildiğiniz üzere 18 Mart dünya tarihini yeniden şekillendiren, dedelerimizin kanları ve canları ile yazdığı büyük destan Çanakkale Zaferi’nin 107. yılı. Biz de bir yazı dizisiyle inşallah cephede yaşananları bu güne taşıma gayreti içeresinde olacağız.
Kıymetli dostlar, sizleri selamların en güzeli olan Allah’ın selamı ile selamlıyorum.
1071 yılından itibaren Türkleri Anadolu'dan atmak için bütün gücüyle çabalayan medeniyet yoksunları asırlarca uğraşmalarına rağmen hiçbir başarı elde edememiş her defasında kahraman dedelerimiz tarafından dersleri verilerek geri gönderilmiştir. İşte en büyük derslerden birinin verildiği yerdir Çanakkale...
Çanakkale nedir?
Bugün neredeyse her tarihçinin ağzından duyabileceğimiz resmi tarihe güvenin olmadığına dair sözler, özellikle söz konusu Çanakkale Zaferi olunca halkımızın kanayan bir yanası gibi gün yüzüne çıkmaktadır. Çanakkale Zaferi'ni sadece maddi güçlerle açıklamaya çalışan bir resmi tarih yalanına inanmak ebetteki Mehmetçiğin göğsünde taşıdığı asil imana karşı yapılmış en büyük ihanettir. Bir milletin göğsündeki imanla şahlandığı yerdir Çanakkale...
Bazılarına göre menkıbe, bazılarına göre abartı, bazılarına göre de tamamen uydurma olan ama aslında Türk Milleti'nin vatan aşkı ve iman gücünün destanlaştığı yerdir Çanakkale...
Zaferi Unutturup Çanakkale’yi sahipsiz bıraktılar!
Her karışına nakış nakış hem bilek gücü, hem iman gücü hem de merhamet duygusu işlenmiş bu mukaddes topraklar yıllarca sahipsiz bırakılmış ve öz torunlarından gizlenmeye çalışılmıştır. Zaferden sonra da bu zaferi örtmeye çalışan bir İngiliz zihniyeti ülkemize musallat olmuş ve yıllarca dedelerimize bir Fatiha okumamızı bile yasaklamış, bu şanlı tarihimizden bizi koparmak için ellerinden geleni yapmıştır... Çanakkale terkedilmiş, toprakları hor kullanılmış, şehit kemikleri etrafa saçılmış, gazilerimiz yokluğa ve yoksulluğa itilmiş oda yetmezmiş gibi tarihe sahip çıkan ve şehit arkadaşlarını koruyarak onları hatırlatan bazı gazilerimiz tartaklanmış, dövülmüştür. Yeni kuşağın Çanakkale Ruhundan haberdar olmaması için birçok çaba sarf edilmiş ancak her asil Anadolu insanının kalbinde bulunan Çanakkale Ruhunu asla yok edememişlerdir.
Tüm yok etme çabalarına rağmen bu gün Çanakkale Zaferi'nin 107. yılını şanla ve şerefle kutlamanın aynı zamanda şehit dedelerimizi dualarla anmanın mutluluğunu yaşıyoruz. Bu mutluluğu yaşamamıza vesile olan, Çanakkale'ye çekilmeye çalışan setleri bir bir yıkan tüm vatan evlatlarını bu millet her zaman korumuş ve onlara sahip çıkmıştır. Çünkü Çanakkale Türk Milleti'nin, Türk İslam Dünyası'nın özüdür. Çanakkale bu milletin ruhudur.
Dostlar, haydi gelin bu ay sizlerle birlikte siperden sipere bir yolculuğa çıkalım 107 yıl önce Çanakkale’de dedelerimizin yaşadıklarına birlikte tanıklık edelim. Cephede yaşananlarla beraber savaşın öncesini ve sonrasını da konuşalım…
Sultan Abdülhamid bir Çanakkale kahramanıdır!
Bugün her Çanakkale Şehitliği ziyaretimizde bize o gün yaşadıklarını fısıldayan Hamidiye Tabyaları’nın Çanakkale Deniz Savaşları esnasında çok büyük bir rol üstlendiği gerçeği nedense her defasında konuşulmadan geçiliyor. Atılan en ufak bir adımın, verilen en ufak bir emrin bile büyük bir öneme sahip olduğu Çanakkale de bu büyük kahramanlık neden görmezden geliniyor acaba? Sormadan geçemeyeceğim, işin ucunda Cennet Mekân Sultan Abdülhamit Han olduğu için mi?
Henüz 1880'li yıllarda dünyanın büyük bir savaşa doğru sürüklendiğini gören Sultan II. Abdülhamid böyle bir savaşın çıkması durumunda başkent İstanbul’un güvenliği için Çanakkale Boğazı’nın geçilemez hale getirilmesi gerektiğinin farkındaydı. Bu sebeple Asaf Paşayı Çanakkale’deki top ve bataryaları yenilemek ve boğazı geçilemeyecek şekilde tahkim etmekle görevlendirdi. Bu çalışmaları bizzat takip etti ve birçok harita çizdirerek boğazın güvenli hale gelmesi için çalışmalarda bulundu.
Çanakkale Savaşı başladığında savaşın ehemmiyetinin farkında olan fakat tahtta olmayan Sultan II. Abdülhamid "Atalarımın ve benim yaptırdığım kale ve tabyalar eğer hâlâ ayakta ise düşmanlar boğazı geçemez.” diyecekti. Dediği gibi de oldu savaşın en şiddetli anlarında imdada yetişen bu kale ve tabyalar büyük bir görev üstlenerek Çanakkale Deniz Zafer'inin kazanılmasında çok büyük rol oynadı.
Abdülhamid Han'ın ileri görüşlülüğü ve keskin zekâsının bir ürünü olan bu tabyaların ehemmiyetini Çanakkale zaferinin kahramanlarından Selahaddin Adil Paşa şu şekilde ifade etmiştir. “Hakikaten büyük kısmı II. Abdülhamid döneminde yapılan yenileme ve güçlendirme çabaları hem düşmana büyük zarar verdirmiş, hem de siperlerdeki asker kaybını en aza indirmiştir.”
Canlı mayın İzmirli Hafız
Çanakkale Destanı sadece Çanakkale Cephesinde yazılmamıştır. Pakistan'da, Avustralya'da ve Ümmet coğrafyasının birçok noktasında halkın mücadelesi kaynaklarda yer alırken Süveyş Kanalı'nda bir kahramanlık hikâyesi takılıyor gözümüze.
Süveyş Kanalı'nın doğu kısımları alınmıştı, fakat kanalı geçmek neredeyse imkânsızdı. Çünkü hiçbir aracımız yoktu. Düşman ise, keşif uçakları ve savaş gemileri ile gece gündüz kanalı kontrol ediyor, kuş uçurtmuyordu. Hâlbuki bu kanaldan Avustralya, Uzak Şark ve Hindistan’dan getirilen askerler, Avrupa’ya ve bilhassa Çanakkale cephesine gönderiliyordu.
Tümen Komutanı çaresiz bir şekilde düşünüyordu. Bir şekilde bu düşman gemilerine engel olunmalıydı ama nasıl? Bu düşüncesini askerle paylaştı ve içlerinden bir babayiğit olduğu haberini aldı. Bu babayiğit İzmirli Hafız'dı. Bu işi yapsa yapsa İzmirli Hafız yapardı. Çünkü Hafız balık gibi yüzerdi ve üstelik gözü pek bir erdi. Düşmanın gözü önünde geceleri Süveyş’i yüzerek geçer, her defasında ya bir düşman nöbetçisinin tüfeğini veya düşmana ait birtakım silahları toplar getirirdi. Suyun altında da çok uzun süre kalabiliyordu.
Hafız'ı buldular Tümen Komutanı'nın yanına getirdiler. Komutan sordu Hafız’a:
- Hafız, biz her gün gözümüzün önünden geçen şu düşman gemilerine bir şeyler yapmak istiyoruz. Senin beline bir mayın bağlasak, götürüp bu gemilerin önlerine koyabilir misin?
Hafız sevinçle:
- “Koyarım Binbaşım.” dedi.
Hafız iki üç gün asker yüklü bir geminin geçmesini bekledi. Nihayet, büyük bir gemi uzaktan görününce, o da mayını beline bağladı ve denize daldı. Hafız’ın su içinde yüzdüğünü kimse görmüyordu, çünkü o uzun süre su altında kalıyor, bir saniye nefes almak için başını çıkarıp tekrar dalıyordu. Bizim tarafta herkes gözünü kanala dikmiş, ne olacak diye beklerken, müthiş bir infilak oldu ve düşman askerlerini taşıyan gemi parçalandı. Düşman askerleri denize döküldü. Torpidolar, dökülenleri toplamaya çalışırken, biraz sonra üstünden sular süzülerek hafız çıka geldi. Herkes sevinç içindeydi. Tümen komutanı onu alnından öptü. “Hafız” dedi, “Sen gerçekten bir denizaltıymışsın…
Not: İngiliz resmi kayıtlarında üst makamlara gönderilen yazışmalarında, Çanakkale'ye asker ile cephane taşıyan sivil SS Treisias gemisinin 30 Haziran 1915 günü Süveyş Kanalı'nda mayına çarptığı ve ağır hasar aldığı, kanalın 14 saat trafiğe kapalı kaldığı, Mısır/İskenderiye'de onarıma alındığı, belirtilmektedir. İzmirli Er Hafız'ın yüzerek döşediği mayına çarpan büyük ihtimalle bu gemidir.
Rusya’nın gözü Türkiye’de!
Kıymetli Dostlar son bir haftadır gece gündüz konuşlan meselelerin en başında Ukrayna- Rusya savaşı geliyor. Fakat bu savaş konuşulurken savaşı konuşan birçok kişi ne hikmetse sanki Rusya’yı tanımıyor, Rusya’nın yaptıklarını bilmiyor, Rusya’nın tarihi emellerinden habersiz gibi olaya yaklaşıyor. Kendini aydın olarak niteleyen birçok kişi suni gündem oluşturma derdinde.
Derinlemesine incelenmesi gereken bu olayı kısaca özetlemek gerekirse; 1783’te Kırım’ın Ruslar tarafından ilk kez işgal edilmesi onun “sıcak denizlere inme” politikası için en önemli adımlardan biriydi. Balkanlar’dan, Kafkaslardan, Boğazlardan sıcak Denizlere inme hayali içerisinde olan Rusya Kırım’ın işgali ile en büyük adımı atmıştı. Küçük bir prenslik iken topraklarını Türk vatanı yönünde genişleten Rusya böylelikle Kazan’ın düşmesinden 231 yıl sonra bir diğer büyük Türk hanlığını da ortadan kaldırmış oluyordu.
Rusya’nın en büyük Kızıl Elması Ayasofya!
Bundan sonra Rusya bir yandan Asya içlerine ilerleyerek Türkistan coğrafyasını, diğer taraftan Kafkasya’ya sarkıp bölgenin yerel halklarını tarih boyunca unutulmayacak büyük soykırıma tabi tutmak suretiyle Osmanlı sınırlarına dayanmıştı. Balkanlardaki gayrimüslimleri Ortodoks kardeşliği ve bilhassa Slav unsurları da etnik akrabalık ilişkileri ile himayesine alarak (Panslavizm Politikası) Rumeli’deki Osmanlı topraklarında adım adım mevziler kazanmaya başlamıştı.
Çarlık Rusya’dan sonra Sovyet Rusya’nın da bekası için Osmanlı’nın ortadan kalkması, özellikle de İstanbul ve Çanakkale boğazlarının kontrolünün Ruslara geçmesi gerekiyordu. Böylece öncelikle hayatî ticaret yollarının hâkimi olmak, ilerleyen yüzyıllarda da kıymetli yeraltı zenginlikleri ve enerji kaynaklarına ulaşmak mümkün olacaktı. (Sıcak Denizlere İnme Politikası) Bu sebeple tabiri caizse günümüzde de açık açık devam eden Rusya’nın en büyük Kızıl Elması Ayasofya’yı kilise yapmaktır!
“Rusya’nın sınırlarının sonu yoktur!”
Unutulmamalıdır ki, dün de bugün de Rusya’nın attığı bütün adımların en büyük muhatabı Türkiye’dir. Türkiye kuzeyden Kırım’daki ve şuanda Ukrayna’daki, güneyden Suriye’deki ve doğudan da Ermenistan’daki Rus askerî mevcudiyetiyle çevrelenmiştir. Dolayısıyla bu durumda yine tehdit altındaki en büyük ülke Türkiye’dir.
Sözün özü; içinde bulunduğumuz 21. asırda da kendi “yaşam alanı”, için tüm komşu devletleri işgal etmeyi en tabiî hakkı olarak gören tarihî Rus politikası her fırsatta “Rusya’nın sınırlarının sonu yoktur.” diyen KGB ajanı Putin tarafından devam açıkça devam ettiriliyor.
Bu sebeple konuşulan her şeyi bir kenara bırakıp biran önce Rusya’nın bu tarihi emellerini unutmadan yeniden bir değerlendirmeye gitmenin elzem olduğunu düşünenlerden sadece biriyim…