Bir asrı geçkin zamandır kulağımıza küpe olsun diye söylenen bir ninni var. Anne babamızdan meslek arkadaşlarımıza, sohbet ortamlarından cami vaazlarına hatta üniversite çevrelerine kadar tekrarlanan bu zikir, daima çok çalışmamızı öğütler.
Ancak çalışmanın kendisine ilişkin bu telkinlerin bağlamı ve göndermesi farklı da olsa, bilinçaltımızda gürüldeyen nehrin söylediği şey neredeyse tektir: Bir kere yap, sonra keyfine bak!
Çalışmamanın zıddı olarak miskinliği tembellikle eşdeğer gören bakış açısı, çalışmayı Türk insanının gündemine sokmuş olmayı başarsa da, çalışmanın bir yaşam tarzı -süreç- olarak değil, zaman içinde bir ân -zafer- olarak algılanmasına neden oldu.
Oysa zaten çalışmaya olan bakış açımız da öyle değil miydi? Tarihi arka plan dikkate alındığında iktisadî anlamda zenginliğe giden yol, uzun bir yıl -üç yüz altmış beş gün- çalışmak değil, bir defa yapılan bir fetih (ân) sonucunda elde edilen topraklar, ekilen mahsulün toplanmasına kadar geçen süreyi bekleyerek geçirme, hayvancılıkla uğraşanların da doğum dönemini beklemekten başka yapacakları ciddi bir işleri olmadığını düşündüğümüzde çalışmak, bir yaşam biçimi olarak değil bir kere yapılıp hasılatı toplamak olarak kanıksanmış demektir.
Bunu sadece çalışmanın çal-maktan geldiği iddiasını savunan dilcilerin söylemleriyle ilişkilendirerek ifade etmiyorum. Ki çal-maya bakış da zamandan zamana, durumdan duruma değişiklik göstermektedir. Emek ve zaman çalma ile mal ve eşya çalmanın nitelik olarak birbirinden farkı yokken bugün sadece mal çalmanın tu kaka edilmesini başka türlü nasıl anlayabiliriz ki!
Kaldırımları her yıl yeniden yapıyoruz. Kaldırımları yeniden yeniden yapmak, “ne” sorusuna cevap oluştururken, “nasıl” sorusuna cevabı daima öteliyoruz. Yani kaldırımları nasıl yapacağımızı asla tartışmıyoruz. Bu yüzden kaldırımlar, yeniden yeniden yapılmasına rağmen yine de üzerinde su birikmesine bir Allah kulunun engel olamadığı hepimizin mâlumu. Yağmur sonrası üzerine basacağımız kaldırım taşlarının altından çamur fışkıracağı korkusunu yaşamadan yürüdüğümüz bir şehre hâlâ sahip olamadık.
Çalışmayı bir kere (rakamla 1) yapıp, sonra keyfine bakmayı düşünmeyen bir insan teki yok bu topraklarda. İlk başladığımız meslekte voleyi vurup alanı terk etme düşüncesini taşımayan yok gibi.
Kendine seçtiği mesleği ömrünün sonuna kadar götürmeyi düşünen insanla karşılaştığımızda şaşırmakla kalmıyoruz sadece, aynı zamanda belli etmeden uzak durulması gereken “kırık” bir tip olarak etiketleyip zihnimizin ulaşılmaz bir rafına yerleştiriveriyoruz da.
Şöyle bir bakın çevrenize; okul sonrası seçerek başladığı mesleği ömrünün sonuna kadar sürdüren kaç kişi var? Türkiye’de eksikliğini hissettiğimiz şey işte sadece bu! Ne yaptığımızı anlamak için nasıl yaptığımızın sorgulanmasına fırsat vermeliyiz. Veremediğimiz yerde, her türlü verimlilikten uzağız demektir. Verimlilikten uzak oluş ise ahlâkî çöküntünün kabulüdür…