Burada ne siyasetteki ağır ve ciddi tartışmalar, ne de akademinin günlük tartışmalarından bahsediyorum. İyi de o zaman büyük kırılma da neyin nesi diyeceksiniz? Toplumdaki asıl büyük kırılmanın dünya görüşü ne olursa olsun bütün toplumu ilgilendiren “aile kurumu” olduğunu söyleyerek başlayalım.
Akıl ve teklife sahip ilk insandan bu yana insanoğlu, bir yandan vahyin kesintisiz şekilde muhatabı olmuş, diğer yandan bütün canlılardan farklı özellikleri dolayısıyla binlerce yıl içinde ortak bir akıl ve hafıza üretmiştir. Yeryüzünde topluluklar oluşturmuş, savaşlar çıkarmış, medeniyetler kurmuş, teknolojik ürünler icad etmiştir.
İnsanlığın genetik hafızasında yer alan aile kurumu, binlerce yıl boyunca istisnalar dışında dünyanın hemen her köşesinde benzer şekillerde varolagelmiştir. Yani insanlık tarihi içerisinde geriye doğru ister 6 bin isterse 50 bin yıl geriye gidilsin, insanların aileler ve akraba toplulukları halinde yaşadıklarını bize antropoloji bilimi de söylüyor. İnsanlık deneme-yanılma yoluyla doğruyu yanlışı bulmaya çalışarak ilerlemesini bazen de gerilemeyi sürdürüyor. Aile kurumu bu gerilemenin en tipik ve somut örneklerinden.
Diğer bir çok canlıdan farklı olarak insan türü, doğumundan itibaren ebeveyniyle bağını koparamaz; bebeklik ve çocukluk dönemlerini ebeveynleri yanında en uzun süreyle geçiren canlı türü olarak bu ontolojik ve psikolojik bağını ölümüne kadar sürdürür. Bundan son yüzyılda sapan kültürler olsa da asıl ve insan tabiatına uygun olan, ebeveyn ve yakınlarla bağın hayat boyu sürmesidir. Bundan yoksun kalan milletlerin geç farkettikleri bu eksiklerin telafisi için ödedikleri servete rağmen artık rahatsız oldukları bu durumu geriye döndüremedikleri bir gerçek.
Aile de insan psikolojisinin, sosyal ve maddi ihtiyaçların gerekli kıldığı ve bu onbinlerce yıldır devam edegelen sıcak yuva, ancak kaybedildiğinde kıymeti bilinebilen bir ocak. Baba ocağı, ana kucağı her ne derseniz deyin, sıcaklığın ve hesapsız ilişkilerin ilk adresi. Hayatın cilvelerinin ilk defa öğrenildiği, hayata tutunmanın, ayakta kalabilmenin, anadilin öğrenildiği, çocukluk yıllarının temel ihtiyaçların ve ilk eğitimin birinci adresi. Bahsettiğimiz ontolojik ihtiyaçlara dayanan ilişkilerin yaşandığı ortam aile ocağıdır ve sosyolojik olarak toplum duvarının tuğlalarını oluşturur.
Bu temel yapının şimdilerde içi hızla boşaltılıyor. Küresel kültür kadar modernleşme süreçleri de gelenekseli örselerken onun yerine yenilerini ikame kaygısını normal olarak taşımıyor.
Bugün aile, ne bir asır öncesinin ne de 1970-80 lı yıllarda bizlerin içinde yaşadığımız aile ortamıyla aynı anlamı taşımıyor. Onun kuruluşu, görünümleri, üye sayısı, aile efradının biribirleriyle ilişkileri de hızla değişmeye başladı. Anne ve babanın rolleri birbirine karışırken çocuklar duvarlar arasında tabiattan ve sağlıklı insani ilişkilerden kopuk şekilde ağır bir rekabetçi eğitim altında, çoğu zaman on yıl sonrası piyasasının ara eleman ihtiyacını karşılamak üzere birbirleriyle yarışıyorlar.
Bahsettiğimiz 50 bin yıllık hafızasının binlerce kuşaktan bu yana taşıdığı hafıza son yıllarda cidden çatırdıyor. Yaklaşık 20 yıldır boşanma sayısı evilik sayısıyla yarışıyor. Bazı şehirlerde boşanmalar yeni evliliklerden fazla. Günlük rutin içinde insanlar artık üç beş aylık evlilikler sonrasında ayrılıveriyorlar.
Çünkü aynı evin içinde karşılıklı olarak sorumlukları üstlenerek paylaşarak hayatın yükünü bölüşmek, fedakarlık ve erdem işidir. Haklı sebeplerle ayrılanlar tabi ki bu cümlemizin dışındalar. Her yıkım sonrasında ailenin enkazı, herkesten fazla çocukların başına yıkılır. İstenilen maddi ortam psikolojik ihtiyaçları tatmin edemez ve ne sağlanırsa sağlansın anneden veya babadan uzak büyümenin bedeli esasen çocuklara ödettirilmiş olur.
Evlilik yaşı metropollerde hızla ilerlerken doğum yapabilecek en son yaşlarda evlenen veya çocuk yapmayı geciktiren ve aşk evliliği/mantık evliliği ikilemesinden de çıkarak, çıkar evliliğini arayan yeni bir insan modeli ortaya çıktı.
Şimdinin tatminsiz kuşaklarına evlerinde geçim sağlamak, birbirini hoş tutmak, sevgi ve saygı dolu bir yuva kurmak yerine, ana babalar “kendini ezdirme, yırtıcı ol, haklarını savun” kodlamasıyla evlerinden yeni yuvalarına çıkarıyorlar. Hukuk da yuvanın daha baştan yıkılmasını akıllarına düşürerek mal rejimi sözleşmeleri ile geleneksel ailenin çok daha dışında bir aileyi kurmuş oluyorlar. Bu durumu, sonuçlarından hareketle değil, neden bu duruma geldiğimizi sorgulayarak anlayabiliriz.
Aslında mesele, en az evlenme usulu kadar, her yönüyle değişen insan ilişkilerinde saklı. Evlililiğin amacı ve ondan beklenenler de değiştikçe evlilik müessesi de değişiyor.
(Devam edeceğiz…)