Günümüz insanı bir keşmekeş içerisinde. Gaflet ve dalaletin gökyüzüne ulaştığı şu günler, herhalde başka günlere gebe. Zira bunca haksızlık ve zulümle Rabbimiz devam ettirmez bu insanlığı. Hakk’ın hukuku ayaklar altında. Mazlumların âhı, çoktan gökyüzünü aşmış durumda. Öyleyse bir çıkış yolu lazım insanlığa. O da nedir; ancak İSLÂM!
Allah’ın yeryüzüne gönderdiği muhteşem nizam! İnsanın, insan olmasını sağlayan hakikat… O olmadan insanlık da olmaz, insanca yaşamak da. Onun için Rabbimizin, bizim için seçip beğendiği ve razı olduğu teslimiyet dinine, ihtiyacı var insanlığın. Hem de çok. Bu manada, ona inanmış insanlar olarak, onun kıymetini bilmemek ya da bilememek gibi bir suçumuz olduğunu itiraf etmeliyiz. Onun eşsiz kitabı Kur’an, bu hakikati apaçık bir şekilde haber verirken, bizlerin gaflet etmesi önemli bir yanlış gerçekten. Rabbimizin bu konudaki sorgusuna nasıl cevap vereceğiz bilemiyoruz. Mü’minlerin, inandığı hakikatleri yaşaması kadar tabii bir şey olamaz. Ama bunu hayata geçirirken ya da geçirmek isterken, onun düşmanları tarafından engellenmesi konusu da göz ardı edilmemelidir. Ne yazık ki, İslâm dünyasında bu durum hep var olagelmiş ve devam da etmektedir. İşte o zaman Müslüman bir yandan İslâm’ı yaşamaya çalışırken, diğer yandan da onun düşmanlarıyla mücadele etmek durumunda olmuştur. Ancak bu mücadeleye katılan inanmış kimselerin sayısı herhalde, katılmayanlardan az olmuştur. Bütün bunlarla birlikte Allah’ın insanlık için gönderdiği din İslâm, bütün tazeliğiyle ortadadır. Onu farklı akım ve zihniyet/mezheplerle bozmaya çalışanlar mutlaka akamete uğrayacaklardır. Zira onu Rabbimiz indirmiş ve O koruyacaktır. Bu manada Allah (c.c.) şöyle buyurur:
“Şüphesiz o Zikr’i (Kur’an’ı) biz indirdik biz! Onun koruyucusu da elbette biziz.” (15 Hicr 9)
Hıristiyanlık ve Yahudilik ise aslını yitirmiş, insan fikir ve enaniyetleri karışmış, hatta bugün onlarca zulme iştirak etmiş durumdadır. İşte bütün bunlara karşı yine İslâm’ın o eşsiz adalet ve hakkaniyet anlayışı ortaya konmalı ve uygulanmalıdır. Onun için diyoruz ki, her devirde ve her halde insanlığa lâzım olan Allah’ın son ve mükemmel dini İslam’dır. Bu gerçekler ayet-i kerimelerde şöyle beyan buyurulur:
“ Muhakkak ki Allah katında (yegâne) din, İslâm’dır! Kendilerine kitap verilenler (Yahudi ve Hıristiyanlar), ancak kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki hasetten dolayı ihtilâfa düştüler. Artık kim Allah’ın âyetlerini inkâr ederse şüphesiz ki Allah, hesâbı pek çabuk görendir.” (3 Âl-i İmrân 19)
“Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Size nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı seçtim.” (5 Maide 3)
Allah’ın yeryüzüne “halife olarak gönderdiği” insanın, bu gerçeğe uygun olarak yaşaması gerekir. Yani Allah’ın hükümlerini yerine getirecek, O’nun yasaklarından da kaçınacak. Bu durum onun ebedi hayatta da kurtuluşuna vesile olacaktır ki, asıl hayat da budur zaten:
“Bu dünya hayatı ancak bir eğlence ve oyundan ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte gerçek hayat odur. Keşke bilselerdi!” (29 Ankebût 64)
Kişi dünyasını öne almamalıdır. Yoksa felâkete gider. Bugün hâkim güçlerin, Müslümanlara ya da işlerine gelmeyen toplumlara yaptıkları zulümlere bakacak olursak, bunu sırf dünyaları adına yaptıklarını görürüz. Bütün çabalarını dünyevîleşme uğruna harcamakta ve sadece geçici dünya refahlarını düşünmektedirler. Hâlbuki yukarıda geçtiği üzere onlar bunun için yaratılmadı. Yarın nasıl da pişman olacaklar. İman edenlere ne kadar da imrenecekler. Cehennem azabı içinde kıvranırken nasıl da yalvaracaklar:
“Ateşte olanlar cehennem bekçilerine, “Rabbinize yalvarın da (hiç değilse) bir gün bizden azabı hafifletsin” derler.” (40 Mü’min 49)
İslâm evrenseldir
Evet. Bütün insanlık için geldi İslâm!
İslâm, cihanşümul yani evrensel bir dindir. O, bir topluma değil bütün insanlığa gönderilmiştir. O’nun kitabı Kur’an ve Peygamberi Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.), insanlık için yegâne rehberdir. O, aynı zamanda son Peygamberdir. Ondan sonra peygamber gelmemiş ve gelmeyecektir. Kitap ehli (Yahudi ve Hristiyanlar) bu gerçeği bildikleri halde İslâm’ı kabule yanaşmamaktadırlar:
“Kendilerine kitap verdiklerimiz (Yahudiler ile Hıristiyanlar) O’nu (son Peygamberi) öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Bununla beraber onlardan bir kısmı bilip durdukları halde, hakkı gizlerler.” (2 Bakara 146)
Efendimiz Sallallahü Aleyhi ve Sellem’in hayatına baktığımız zaman, bu gerçeği bizzat kendisinde de görmekteyiz. Her fırsatta onlarla ilgilenmiş, bu dinin aynı kaynaktan geldiğini dile getirmiş, ancak diğerlerinin bozulduğunu, dinin aslının yaşadıkları gibi olmadığını haber vermiştir. Onlardan gelen sorulara bizzat kendi kitaplarının aslından da haber vermiş, onların şaşkınlıklarının artmasına rağmen bir türlü hakikate gelmediklerine şahit olunmuştur. Tabii ki hidayete gönlünü açık tutan niceleri de iman sermayesine nail olmuştur. Peygamberimiz (s.a.v.), aynı zamanda ülkelere elçiler göndererek tebliğde bulunmuş ve bu dinin evrenselliğini bu uygulamalarıyla da ortaya koymuştur. Gönlünü Rabbinin hazinelerine açabilecek kabiliyette yaratılan insanın, sırf dünyası için zorba ve zalim kesilmesi ne büyük bedbahtlıktır. Aslında oturup düşünmesi, Kâinatı ve kendisini yaratan Yüce Zâtın rızasını araması gerekmez mi? Dünyanın fani olduğunu görüp dururken, nicelerini önünden geçip gittiğini müşahede ederken, gaflet etmek ne acı değil mi? Bir nefis muhasebesi düşüyor tabii ki bizlere de. İman gibi o büyük servetin kıymetini bilebildik mi acaba? Onu, özümüze sindirebildik mi? Onunla hayatımız bir araya geldi mi? Onun tadını alabildik mi? Evet. Daha nice sorularla kendimize de bakmalıyız. Bunu asla ihmal etmemeliyiz!
Rabbim yâr ve yardımcımız olsun!