Bu kadar sadelik ancak karmaşık bir arkaplanla mümkündür

Abone Ol

Amerikalı sinemacı Wes Anderson’ın filmlerini izlediniz mi? Ben hepsini izledim ve bu yazıyı yazmaya karar verdim.

47 yaşındaki yönetmen, ilk filmini (Bottle Rocket) 27 yaşındayken yapmış. İkinci filmi “Rushmore”u yaptığında 29, üçüncü filmi “The Royal Tenenbaums”ı yaptığında ise 32 yaşında…

“The Royal Tenenbaums”, Oscar ve BAFTA’da “En İyi Senaryo” ödülleri, Berlin Film Festivali’nde ise “Altın Ayı” için yarışmış bir film.

Diğer deyişle, Wes Anderson, dünyanın meşhur ve muteber film festivallerinde, yarışmalarında dikkat çektiğinde sadece 32 yaşındaymış.

Ödül-yaş, iyi film-yaş ya da iyi film-ödül ilişkisi değil vurgulamak istediğim. Sinema tarihinde benzerleri çok. Orson Welles sinemanın kilometre taşlarından sayılan “Citizen Kane”i yaptığında 26 yaşındaydı ve Alfred Hitchcock’un, herhangi bir filmiyle Akademi’de, Cannes’da ya da BAFTA’da kazandığı bir ödül yok.

Fakat Wes Anderson filmlerini izlediğinizde, 27 yaşında ilk filmini yapan bir adamın, 32 yaşında yaptığı üçüncü filmiyle sinema dünyasının dikkatini hangi sebeple çekmiş olabileceğini anlıyoruz: Sadelik, ama nefes kesen bir insicamla ışıldayan sadelik.

Yazdığı saf karakterler, saf ironik diyaloglar, kullandığı saf kamera, saf ışık, saf renkler; tüm bunları daha kalemi eline almadan çok önce kafasında tasarlayıp mütekamil bir şekil verdiği belli senaryolar… Oyunundan sanat yönetimine, renk düzeltmesinden ses bandına filmin her bir elemanının bir diğerinin işini ahenkle kolaylaştırdığı çarpıcı yapılar…

Daha önce “sadelik”, “basitlik” meselesiyle ilgili yazmıştım. Özetle, bunun yapılması çok zor bir şey olduğunu, çok çalışarak, çok idman yaparak, çok tekrar ederek… ve tabi ki çok okuyarak, çok izleyerek, çok dinleyerek… buna ancak ulaşılabileceğini anlatmıştım. Sadeliğiyle, basitliğiyle nam salan üstadların büyük çoğunluğunda gördüğümüz şey, ulaştıkları bu yüksek seviyeye yaza yaza, çize çize, yapa yapa, çeke çeke… ve tabi ki okuya okuya, izleye izleye, dinleye dinleye… gelmiş olmaları.

Wes Anderson’daki sadelik hali ise, şu kadar film yapıldıktan sonra ulaşmış diyebileceğimiz gibi değil. Aksine, son filmi “The Grand Budapest Hotel”de sunduğu üslup neyse, ta 1996 yapımı ilk filmi “Bottle Rocket”taki üslup da o. Elbette ki filmden filmle olgunlaştırıldığını söyleyebiliriz ancak esas mühim olan, bunu çıldırtıcı bir tutarlılıkla yapabilmiş olması.

Meseleyi getirmek istediğim yer şu: Sadeliğin “formülünü” verdiğimiz yukarıdaki tanımın ilk kısmı, yani “idman” kısmı Wes Anderson’da yok. Tersten söylersek, o kadar çok okumuş, izlemiş, dinlemiş… ki, bunlar “idman”ın yerine geçmiş.

Şöyle bir hikaye daha makuldür: Genç bir yönetmen, klasik tarzda eli yüzü düzgün bir film çeker. Sonra böyle iki film daha çeker. Sonraki filmlerine kendince ufak tefek özgün dokunuşlar yapar. Yapar, yapar, yapar ve nihayet 8. filmi olan “The Grand Budapest Hotel” ile tepeden tırnağa kendine has başyapıtını ortaya koyar. Bu, çok okumuş, çok izlemiş, çok dinlemiş… bir sinemacının, çok çalışarak, çok idman yaparak, çok tekrar ederek sergileyebileceği bir performans (zordur, ama örnekleri de çoktur.)

Wes Anderson’a gelince, ta ilk filminde karar kıldığı ve başarıyla tatbik ettiği üslubunu 8. filmine kadar tekrara düşmeden, olgunlaştırarak sürdürebilmiş bir sanatçıdan söz ediyoruz. Dahası, o kadar sade, yani icrası o kadar zor bir üslup ki bu, buna ulaşabilmek için yüzlerce, binlerce karmaşık filmle, romanla, şiirle, resimle… boğuşmuş olması lazım.

Sözgelimi, “Fantastic Mr. Fox”un oldukça basit açılış sekansını tasarlarken kafasının içinde Coppola ona ne dedi, Tarantino’nun hangi filmini hatırladı, en son bir John Ford filmini ne zaman izlemişti; Peckinpah mıydı ona yazdığı ilk cümleyi sildiren yoksa Kubrick mi; Beatles mı dinliyordu, Metallica mı; Poe, da Vinci, Bach, Dostoyevski bu sırada ne yapıyordu… bilmek isterdim.

Gerçekten özel bir sinemacı, gerçekten özel bir filmografi.

Başucu ve başvuru eserleri olarak arşivlemekte sayısız fayda var.

(Her ihtimale karşı not: Evet, Amerikalı sinemacı Wes Anderson ve filmlerinden övgüyle bahsediliyor ama yazının aslen sadelik meselesinin arkaplanıyla alakalı olduğunu ifade edebilmişimdir inşallah.)