İstanbul’da özel bir hastanede yoğun bakımda yatan yaşlı hastaya yapılanlar bu haftaya damgasını vurdu. Önceki hafta da annesinin kafasını kesen madde bağımlısı hayırsız evlat konuşulmuştu. Böyle geriye doğru gidildiğinde hemen her hafta milletimizi derinden sarsan olaylarla karşılaşıyoruz.
Milletimizin tarihinde eşi benzeri görülmeyen bu olayları gördükçe “Bu gidiş nereye?” sesleri dört bir yandan yükseliyor. Ana-babalar endişeli, toplum endişeli. İşin ilginci bu olayları üzerine alınıp da çözüm için gayret eden hiç kimse ortada görünmüyor.
Yaşananları Milli Eğitim Bakanlığı hiç üzerine alınmıyor, Aile Bakanlığı LGBT veya “kadın cinayeti” olmadıkça dönüp bakmıyor, RTÜK derseniz sadece seyretmekle yetiniyor. Peki, herkesin ağız birliği edercesine kınadığı bu olaylar nasıl duracak, nasıl bitecek? Sağlık Bakanlığının yoğun bakımdaki hastaya zulüm yapılan o hastaneyi mühürlemesi, iş olup bittikten sonra ceza vermesi bir çözüm müdür? O zulmü yapan ve yaşları 25-30 yaşlarındaki bu doktor ve hemşireler hangi sistemin ürünüdür? Bunları düşünmemiz gerekiyor.
Rene Guenon’un tespiti halen geçerli: “Modern insan; kendisini hakikat seviyesine yükseltmeye çalışacağı yerde, hakikati kendi seviyesine indirgiyor.” Eskiden az biliyorduk ama bildiklerimizi yaşıyorduk, bildiklerimizi ahlakımız haline getirebiliyorduk. Bugün ise çok şey biliyoruz lakin bunu ahlakımıza teşmil edemiyoruz.
Milli Eğitim Bakanı ülkenin hayati meselesini “Mesleki Eğitim” olarak kabul ededursun her gün ahlaki çöküşün yansıması olan facialar yaşanmaya devam ediyor. Bunları “münferit olaylar” diyerek geçiştiremeyiz. Çünkü bir olay toplumda travma haline geliyorsa o olay münferit olmaktan çıkmıştır. Kaldı ki benzeri yüzlerce olay ardı ardına yaşanıyor. Her geçen gün "Bırak tahsili evlâdım, sen ilkin hayâ öğren!" diyen Nurettin Topçu’nun çağrısı daha bir anlamlı hale geliyor.
Aile Bakanı Derya Yanık her konuşmasında tekerleme misali “kadına şiddete, tacize ve istismara sıfır tolerans” diyerek tribünlere oynadıkça polise yapılan şikâyetler katlanarak artıyor. Bu şikâyetlerin ayrıntısına bakıldığında her 10 başvurudan 9’unun asılsız iftira kapsamında olduğu görülüyor. Babasını şikâyet eden kızlar, düşük not verdi diye öğretmenini şikâyet eden öğrenciler, hutbesini beğenmediği için şikâyet edilen cami hocaları ve daha binlerce vaka mahkemelere taşınıyor. Tüm bu süreç “sanık” durumuna düşen masum vatandaşlar için bir karalama kampanyasına dönüştürülüyor. İftiraya uğrayan “sanık” mahkemede aklanıyor lakin çamur atılmış ve izi kalmışsa bu “beraat” kararının çok da bir anlamı kalmıyor.
LGBT’ye dönük eleştirileri “nefret” kapsamında ele alan Sayın Bakanın kafası karışık. LGBT’yi hak ve özgürlük meselesi olarak görmek bu milletin değerlerine aykırı hareket etmektir. Bu milletin nezdinde LGBT bir sapıklıktır, ailemizi yıkmayı ve neslimizi kurutmayı hedefleyen siyasi bir harekettir, en hafif tabirle bir hastalıktır. Bunu böyle görmedikçe aile bakanının kendi milletiyle aynı düzlemde yer alması mümkün görünmüyor. Aile Bakanı, söylemlerinin ve uygulamalarının neticelerini görmek istiyorsa 10 yılda artan aile içi şiddete, yüz katına çıkan evden uzaklaştırma kararlarına, 20 kat artan LGBT eğilimlerine ve tarihte görülmemiş ölçülerde artan boşanma oranlarına bir bakmalı. Halep ordaysa arşın burada!
Sayın Cumhurbaşkanımızın geçen gün yaptığı konuşmada aileye yaptığı vurgu bu rahatsızlıkların yansımasıdır. Aile Bakanı Avrupa’nın mantalitesiyle konuşarak/hareket ederek Müslüman Türk milletine çare olacağını sanıyor. Kullandığı dil tamamen Batılı literatüre yaslanıyor. LGBT haklarını, İstanbul Sözleşmesini ve 6284’ü canhıraş savunması bunun ibretlik örnekleridir. Oysa Batı’nın ahlak anlayışını bu millete uygulamaya çalışmak en büyük hatadır. Şu anda mahkemelerde görülen ve sadece bir kişinin iddiasına dayanarak şahitsiz-delilsiz-dayanaksız açılan yüzbinlerce şiddet-istismar davasının %90’ı iftiraya dayalı itibarsızlaştırma çabasıdır. Mahkemelerin buna alet edilmesi ise toplumsal cinnete dönüşmüş durumdadır. Artan cinayet oranlarının, intihar vakalarının, ruhi bunalımların arkasında “öküzün altında buzağı arayan” bu yanlış uygulamalar vardır. Daha mahkeme sürecinde afişe edilen ve karalanan bunca insan topluma nasıl dönecek? Bunca masumun hakkını kim gözetecek? Yüksek sesle soruyoruz: Bu gidiş nereye?
Acilen aileyi ve nesilleri korumayı amaçlayan ahlak seferberliğine ihtiyacımız var. Eğitimden kültüre, adaletten sosyal politikalara kadar bu alanla ilgili tüm kurumlarda köklü değişikliklere ihtiyaç var. Kendi değerlerimiz ve geleneklerimiz doğrultusunda yapılacak düzenlemelere ihtiyaç var. Ceza ile korkutmak yerine işi kaynağında çözecek ahlak eğitimine ihtiyaç var. Gelin sivrisineklerle uğraşmak yerine bataklığı kurutalım. Geçmişte olduğu gibi tüm dünyanın hayranlıkla izlediği huzur ve barış adası haline gelelim. Geçmişte böyleydik şimdi de özümüze dönerek bunu başarabiliriz. Yeter ki milletin sesine kulak verelim.