Boşuna şikâyet etme oturduğun yeri kendin seçtin!

Abone Ol

Bir zamanlar Roma’yı “büyük” yapan bir özelliği varmış. Hatta denilebilir ki Roma’nın zaten bir özelliği vardı ve o sayede çok büyük olmuşlardı. Roma hiçbir kültürden, hiçbir çeşitten, hiçbir formdan korkmadan içine alıyor, kendi parçası haline dönüştürüyor ve yoluna devam ediyordu. Fethettiği her yerin her şeyini korkmadan alma özelliğini o kadar abartmışlar ki, “Dünyanın bütün tanrılarına (putlarına) tapan imparatorluk” unvanını almışlardı. Yollarına çıkan her putu alıp kendilerine put ediniyor ve bu sayede direnç görmeden büyüyorlardı.

Felsefe, sanat, din, mimari, mutfak, kıyafet derken ne buldularsa toplaya toplaya giden Roma, yıllar içinde kontrol edilemez bir çöp yığınına dönüşmeye başlayınca, her yerden her şeyi almanın bir disiplini kurmuşlar ve adına da “Eklektizm” demişler. Tam olarak karşılamasa da “Seçmecilik” olarak ifade edebileceğimiz “Eklektizm” neyi nasıl alacağını, neresini alacağını, nasıl dönüştürüp kendisine ait bir hale getireceğini ve sonunda toplanan bütün fikir ve formlarla yeniden bir sistem kuracağını belirleyen Roma disiplinin adı. Tanzimat’tan sonra kafamıza çaktıkları “Batı’nın iyi yanını alalım kötü yanını almayalım” zırvası da bu Roma aklının seyrelmiş sakil bir versiyonudur işte…

“Seni sen yapan özelliğinden vazgeçersen düşersin ve düştüğün yerde çürürsün” prensibinin en has örneklerinden biri de Roma İmparatorluğu’dur işte. Hiçbir inanç sistemini inkâr etmeyen Roma, dünyanın her yerinden topladıkları putların üzerine kurmuşlardı imparatorluğu. Sonra bir gün Hz. İsa (as) ve ona inanan birkaç arkadaşından korktular. Korktukları yetmiyormuş gibi kovdular. Bu hareketle geri döndürülemez çöküşü başlattıklarından habersiz, güya Roma’yı korumak için yaşlı putlarına sarıldılar. Sonra Hz. İsa (as) inanan insanlar kovuldukları yerlerde Hıristiyanlığı (tahrif ederek ve kendi işlerine gelecek şekilde bozarak) yaymaya başladılar. Roma’nın ihtiyar putları buna dayanmadı ve Roma çöktü.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra şekillenen Avrupa ve ABD merkezli sözde Batı medeniyetinin gerçek anlamda bir medeniyet olmayışının sebebi Roma’nın ucuz bir taklidi olmalarından geliyor. Geriye dönüp Roma’nın içinden alıp alabileceği tek miras Eklektizm’i aldırlar güya ve arka arkaya dizdikleri hazları bir medeniyet olarak dünyaya teklif edip herkese kapılarını açtılar. Fetullah Gülen de bir “Eklektizm” hamlesiydi mesela. “Madem İslam’ı reddedemiyoruz öyleyse kendimize benzeterek, adı İslam olan kendi uydurmamızı din diye teklif ederiz” demişlerdi. En fazla 200 sene oyalayabildiler dünyayı ve Roma’nın 700 yılda vardığı “düşüp çürüme” neticesine atalarından daha hızlı vardılar…

Önceki gün Paris’te bir köprünün altına Suriyeliler uyuyamasın diye konulan büyük taşlar, sadece Batı’nın taş kalbinin göstergesi değil aynı zamanda geri döndürülemez çöküşün başladığının işaretidir. 1789 yılından beri Paris’i eşitliğin, adaletin ve insani mücadelenin başkenti diye yutturuyorlardı dünyaya. Bu numara uzun sürmedi. Çünkü medeniyet dedikleri aslında başından beri “mimsiz” medeniyet yani deniyetti. (Medeniyet kelimesinin Osmanlıca’da ilk harfi mimdir. Bu mimi kaldırdığımızda geriye deniyet kalır. Deniyet alçaklık demektir.) Dünyanın, Anadolu’nun teklif edeceği Nizam-ı Âlem’e ihtiyacı var ve Avrupa’nın yaşlı putları artık “Batı Deniyeti”ni taşıyamıyor. Trump ya da Le Pen gibi faşistlerin ağzından yüksek sesle çıkan saldırgan naralar Batı’nın kalbinin ortasındaki karanlık sırdır. Onlar sadece yüksek sesle söylüyor hepsi bu. Batı, süsledikleri habis barbarlığı ve karanlık Ortaçağ sırlarını saklayamıyor ve ne uydurdukları dinleri ne de bastıkları paraları onları taşıyamıyor. Türkiye, ya şimdi bu fırsatı yakalayacak ve dünyaya kendi teklifini getirecek ya da bir daha şikâyet etmeden sömürüye boyun eğen onursuz bir hayat sürecek. Herkes dünyadaki kendi yerini seçsin…