En iyiye ulaşmak sadece sevmekle başarılacak bir iş değildir. Ya da çalışmakla. Kendini geliştirmekle mümkündür ancak. Hem de fikren, en çok fikren. Düşünsel anlamda kendini geliştirmeyen bir sanatkâr yerinde saymaktan öteye gidemez. Ha bire kendini tekrarlar. En iyi bildiğini yapar ve onunla bilinmek ister. Yeni şeyler denemekten çekinir.
Vaktiyle, “hikmetsiz bilgiler çöplüğünde hakikat arayan garipleriz” diye yazmıştım. Çünkü zaman herkesin her şeyi bildiği, ama kimsenin hiçbir şeyden anlamadığı bir zamandı. O zaman bu zaman. Değişen bir şey yok.
Değişmeyen başka bir şeyse bir fikriniz varsa zikrinizin kaçınılmaz olduğudur. Hem de Adem’den (a.s.) beri.
Peki, fikirsiz zikir nasıl oluyor? Ve bu yazının konusu fikirsiz zikirler mi yoksa başka bir şey mi?
Beni bu yazıya iten sanat erbabının hal-i pür melali aslında. Eleştiri kabul etmeyen sanatçılarımızın tenkidi hak eden halleri. Bir arayışken sanat, bulmanın kendisinden sorulduğu ve neyi kaybettiğini unutmuş gibi yaşayan erbabın çileden çıkaran durumları.
“Yaşamak öğrenmektir” der Çinliler. Öğrenmek de değişmektir. Psikoloji, öğrenmeyi istendik davranış değişikliği olarak tanımlar. Yani öğrenmede bilinç vardır. Bu bilinç davranışa dönüşür ve insanı fikren olduğu kadar zikren de değiştirir. Değiştirmiyorsa öğrenme yoktur ya da eksiktir. Değişim yoksa fikir de yoktur. Vardır ama yoktur. Adı vardır ama tadı, dokusu, kokusu yoktur.
Fikrin varlığı değişimle beraber gelişimi de getirir. Her değişim bir gelişim değildir elbet ama değişmeden gelişme mümkün değildir. Tarihteki büyük şahsiyetlerin ortak niteliklerinden biri budur: Gelişmek. Öncesinde de değişmek -İstisnaları var mıdır bunun? Vardır ve bu da gelişimin bir parçasıdır.
Büyük şahsiyetler içinden sanat erbabına bakarsak hayatlarının değişmek fiilinden oluştuğunu görürüz. Her büyük sanatkâr, sanat icra etmeye başladığı günden son nefesine, bir değişimin arefesinde yaşar. Müzisyen en iyi notanın peşindedir. Ressam en iyi rengin. Mimar en iyi eserin. Bir arayıştır bu ve değişime açık olmayanların bilmediği bir iştir.
En iyiye ulaşmak sadece sevmekle başarılacak bir iş değildir. Ya da çalışmakla. Kendini geliştirmekle mümkündür ancak. Hem de fikren, en çok fikren. Düşünsel anlamda kendini geliştirmeyen bir sanatkâr yerinde saymaktan öteye gidemez. Ha bire kendini tekrarlar. En iyi bildiğini yapar ve onunla bilinmek ister. Yeni şeyler denemekten çekinir. Başarısızlıktan korkar. Klasik olanı savunur ama klasiğin nasıl klasik olduğunu unutur. Klasik olanın arkasındaki itici gücü, ne tür bir değişimin/ gelişimin ürünü olduğunu kaçırır. Geriye doğru giderek bugünü ve yarını kaçırır. Halbuki sanat, yarının inşasıdır. Sanatkâr yarında yaşayan insandır. Ve siz, fikrin bel kemiğinde yaşamadan yarını nasıl inşa edeceksiniz? Bugünün sanatçıları değil yarını inşa etmek, bugüne bile seslenmekten acizler (Hepsi değil tabi. Manzara genel olarak böyle ve iyi ki istisnalar var).
“Fikirleri çarpıştırmadan” sanatkarlık mümkün mü?
Mimar Sinan’ı düşünsenize! Koca bir medeniyetin varisi olarak aldığı emaneti konuşturmuş ve kendinden önce kimsenin ulaşamadığı bir noktaya koymuş. Bunu nasıl yapmış dersiniz? Bugün bile, mimarlardan mühendislere (ses, deprem, yapı, malzeme, vs.) her önünde diz çökene yepyeni fikirler bahşedişini nasıl izah edersiniz? Hendeseden felsefeye, sanattan edebiyata, siyasetten ekonomiye bilginin/ fikrin her türlüsüne selam durmadan, iz sürmeden, kitap kitap dolaşmadan bunu yapması mümkün müdür? Ziya Paşa’nın deyişiyle “fikirleri çarpıştırmadan” bunca yeniliğe imza atması nasıl mümkün olabilir?
Neden? Çünkü çağı okumuyorlar. Geçmişi de bihakkın bilmiyorlar. Doğal olarak, ne klasiği yeniden üretiyorlar, ne de çağa uygun yeni bir dile renk veriyorlar. Gördüğüm sanat erbabının çoğunda durum böyle. Bakıyorsunuz ortaya konulan eserlere fikir yok. Ortada bir zikir var ama fikir yok. Varsa da devşirme fikirler. Ya da zayıf, cılız, belli belirsiz fikirler. Büyük fikirlerin esamesi okunmuyor eserlerde. Büyük sancılara rastlanmıyor.
Bu şekilde çağları aşan sanatkârlar nasıl yetişecek? Her eserinden ve eserlerinin her sesinden bir fikir, bir yaşanmışlık yükselen sanatkârlar nasıl yetişecek? Mimar Sinan’ı düşünsenize! Koca bir medeniyetin varisi olarak aldığı emaneti konuşturmuş ve kendinden önce kimsenin ulaşamadığı bir noktaya koymuş.
Bunu nasıl yapmış dersiniz? Bugün bile, mimarlardan mühendislere (ses, deprem, yapı, malzeme, vs.) her önünde diz çökene yepyeni fikirler bahşedişini nasıl izah edersiniz? Hendeseden felsefeye, sanattan edebiyata, siyasetten ekonomiye bilginin/ fikrin her türlüsüne selam durmadan, iz sürmeden, kitap kitap dolaşmadan bunu yapması mümkün müdür? Ziya Paşa’nın deyişiyle “fikirleri çarpıştırmadan” bunca yeniliğe imza atması nasıl mümkün olabilir?
Bu, Sinan’ın, kadim bilgilere çağının fikirlerini eklemesiyle mümkün olabilir ancak.
Nasıl mı?
İhsan Fazlıoğlu Hoca anlatıyor. “Bir gün, değerli büyüğüm İsmail Kara Bey, telefonda, (Turgut Cansever) Hoca’nın kendisini telefonla aradığını, yazmakta olduğu Mimar Sinan kitabı için o dönemdeki Osmanlı ilim ve düşünce hayatına ilişkin bazı sorular sorduğunu ve Dücane Cündioğlu’yla birlikte üçümüzü bu konuları müzakere etmek için evine davet ettiğini bildirdi. Gittik. Eserleriyle, yazdıklarıyla tanımama karşın, kendisiyle ilk defa yüz yüze ve doğrudan, aynı ortamda karşı karşıya gelmiştim. Daha evlerinin kapısından girerken ilk hissettiğim şey, karşısındakine de sirâyet eden, yaşının ötesinde bir heyecana sahip olmasıydı. Heyecan sözcüğünü rahatlıkla aşk ile değiştirebiliriz. Öyle bir aşk ki, tüm beyefendiliğine karşın, konuşurken kendisini konuştuğu konunun kavramsal örgüsüne ve temel yargılarına kaptıran, bir tür cezbe haline geçen ama mantıksal akışı ve dilsel örgüyü kaybetmeyen bir aşk… Muhterem eşleri hanımefendinin, büyük bir nezaketle ikram ettiği böreklerimizi yer, çaylarımızı yudumlarken, Hoca konuya girdi. Hazırlamakta olduğu kitabın, bir fikir olarak nasıl ortaya çıktığını, hangi aşamalardan geçtiğini özetledikten sonra, önündeki Mimar Sinan’ın onlarca eserinin resmini okumaya başladı. Açıkçası anlattıklarını, bir röntgeni inceleyerek hastasının durumunu teşhis eden tabip gibi, resimlerde nasıl gördüğünü merak ettim; en ufak bir ayrıntıyı, bütünle bağdaştırması, soru/ sorun ile sözcükler arasında kurduğu ilişki olağanüstüydü. Büyük bir aşk ile ayrıntılı bir biçimde sunduğu bu ziyafetten sonra, yine kendisini aşk ile dinleyen bizlere döndü ve ‘Şimdi! Merak ettiğim, şu soruların yanıtları’ diyerek arka arkaya sorularını yöneltmeye başladı.
Hoca’nın ne o sunumunu ne de sorularını hiçbir zaman unutmadım. Aslında o sunumdan heyecan ve aşkı, sorulardan ve soru sorma tarzından da bir bilginin, bir bilgenin ilgilendiği olgu ve olayları nasıl incelemesi gerektiğine ilişkin pek çok sonuç çıkardım.
Değişime açık olmayanların bilmediği bir arayış
Fikrin varlığı değişimle beraber gelişimi de getirir. Her değişim bir gelişim değildir elbet ama değişmeden gelişme mümkün değildir. Tarihteki büyük şahsiyetlerin ortak niteliklerinden biri budur: Gelişmek. Öncesinde de değişmek -İstisnaları var mıdır bunun? Vardır ve bu da gelişimin bir parçasıdır. Büyük şahsiyetler içinden sanat erbabına bakarsak hayatlarının değişmek fiilinden oluştuğunu görürüz. Her büyük sanatkâr, sanat icra etmeye başladığı günden son nefesine, bir değişimin arefesinde yaşar. Müzisyen en iyi notanın peşindedir. Ressam en iyi rengin. Mimar en iyi eserin. Bir arayıştır bu ve değişime açık olmayanların bilmediği bir iştir.
Hoca’nın sorularını şöyle özetlemek olanaklıdır: Mimar Sinan’ın her bir eseri, genelde bir önceki eserini aşmaya yönelik bir gelişme izler; bu nedenle Sinan, her eserinde daha önce denememiş olduğu yeni unsurları işin içine katar. Her düşünür gibi her mimar da, tüm dehasına karşın, tarihî bağlamının çocuğuysa, Sinan’ın denediği unsurların dönemindeki Osmanlı ilim hayatındaki karşılıkları nelerdir? Hoca’nın verdiği pek çok somut örnek içinden hareket kavramını zikretmesi dikkate değerdi. Sinan, eserlerinde hareketi farklı biçimleriyle kullanmış, özellikle Süleymâniye ile Selimiye’de duvarlara aşağıdan yukarıya doğru şiddeti artan bir hareket vermiştir. Sinan’ın çağında, Osmanlı ilim hayatında hareket kavramı üzerinde vukû bulan tartışmalar nelerdir? Öbür taraftan mekânın kullanımı ile yön kavramı Sinan için önemlidir. Acaba bu dönemde mekân ve yön kavramını inceleyen çalışmalar olmuş mudur? Süleymaniye’nin duvarlarına yakından baktığımızda, duvarların tekil taşlardan kurulu bir kompozisyona sahip olduğunu görürüz; ancak uzaktan seyrettiğimizde karşımıza yekpare bir hendesî/ geometrik biçim belirir. Bu dönemde cismin ontolojisi ile ilgili ne tür yaklaşımlar söz konusudur? Turgut Hoca bu ve daha pek çok soruyu, tümüyle, önünde duran, elbette daha önce onlarca kez seyrettiği, Sinan’ın eserlerinin fotoğraflarından hareketle soruyordu. Aşk ve heyecan ile üstü üste bir sürü, ateşten top misali soruyu önümüze koyan Hoca, bitirdikten sonra, ‘Evet! Şimdi sizi dinliyorum’ dercesine sustu…”
İhsan Hoca anlatmaya devam etse de, bu kadarı kafi. Sanatın fikirle, sanatkârın fikir işçiliğiyle münasebetini anlamak için bu kadarı kafi.
Hülasa! Fikir olmadan sanat olmaz.
Fikirle sarmaş dolaş olmadan, yeni fikirlerle doğmadan büyük sanatkâr olunmaz.