Bölünmeyi artıran bir vurgu: Öteki…

Abone Ol

Alman tarihçi Karl Schlögel, “Dünyayı 21. yüzyılda daha çok bir göçebeler gezegeni olarak isimlendirebiliriz” diyor. Tabii bu göçebeliğin çok önemli sebepleri var. Daha önceki dönemlerde göçebeliği savaşçılar, tacirler ve çingeneler temsil ediyordu. Fakat artık göçebeliğin bunlara ilaveten değişen çok farklı görünümleri de var; iç ya da dış.  

Bu demektir ki kaldığı yerde yerleşik olan ve oranın, “atalardan tevarüs etmiş mutlak sahiplik” sistemine dayanan bir iddia ile ortaya çıkmak çok da kolay değil.  Georg Simmel mobilite/göç konusunu iki uç arasındaki süreç olarak ele almaktadır. Bir ucu yerleşikler olan “toprak sahipleri” diğer ucu “geçici” olan “bugün gelen ve yarın giden”ler olarak görmektedir. Fakat potansiyel göçmenler için Simmel bu süreci “bugün geliyor ve yarın kalıyor” şeklinde tanımlar.

Buradan bakıldığında özellikle işgücü göçü sonucunda oluşan durum tam da Simmel’in tarif ettiği bir göçmenliği temsil eder. Her şeye rağmen, bugün gelmiş ve yarın kalacak olsalar da, bugün bu göçebelik bir misafirlik hukuku içerisinde değerlendirilmelidir.

Bugün gelip yarın da kalanlar, Emile Beneviste’in işaret ettiği gibi; “Eşitlik ilişkisiyle duran ve misafirperverlik kurumunun temel yapısı içinde izin verilmiş kimselerdir.” Yani misafir olmaları (göçmen) onlara ayrımcı davranılmasının bir gereği olamaz; en azından insan olarak. Evet, bizim ülkemiz son dönemlerde ciddi şekilde bu türden misafirler ağırlıyor. Dün, bugün gitmek üzere gelmişlerdi. Fakat şartlar izin vermediği için bugün buradalar, belki yarın da olacaklar. Tıpkı bizim Almanya’ya para kazanıp dönmek üzere giden ama dönemeyen işçi kardeşlerimiz gibi. Onlar bugün her ne kadar Alman yasalarından “eşit” şartlarda yararlanıyor olsalar da, gerçekte hâlâ misafirler ve ev sahipleri de bu gerçeği hep hatırlatıyor zaten…

Bir “ev sahibi” ve “misafir” ötekileştirmesi üzerinden başlatılan/başlatılacak çatışmanın hem sonu yok hem de muhataplığı çok muğlak. Zira bugün ki dünyada herkes bir diğerime göre misafir; topyekûn insanlık ise dünyanın kendisine…

Anadolu’nun herhangi bir yerinden gelmiş ve bura da göçebe olan, İstanbul’daki Suriyeliye kızarken ona da İstanbul’un “yerli”si kızıyor; “Geldiler ve İstanbul’u yaşanmaz hale getirdiler” diyerek… Biz, buraya gelen yabancılara farklı bakmaya başlarken, hatta birilerinin tahrik malzemesine de dönüşmek üzereyken, Almanlar da aşırı ırkçı tutumlarla bizim soydaşlarımıza, vatandaşlarımıza aynı tutumu sergiliyorlar.

Bizdeki “ayrıştırma”yı kutsayarak diğerini lanetleyemeyiz… Sebebi her ne olursa olsun, ortada bir göçmenlik vardır ve ev sahibine göre de misafirdirler; kalcı da olsalar bu böyledir…

Hiç kimse için hiçbir yer “vatan”ı kadar değerli olamaz… İster gönüllü ister mecburi bir terk ediş olsun bu gerçek hiç değişmez. Çünkü çocukluk anılarının masumiyetiyle taçlanmıştır o yerler… Velev ki tahtadan ya da tenekeden bir baraka da olsa… Yine hiç kimse bu anlamda misafir ettiğine, geride bıraktıklarından “daha değerlisi”ni verdiğini iddia edemez… O sebeple “göçebe”nin göçebeye ettiği bir zulme hiç gerek kalmamalı bence… Misafir, misafirlik hukukunu, nezaketini kaybederse de ona ya hukuk ya da ailenin başındaki aksakallılar hatırlatacaktır; ama linç etmeden… Çünkü her linç başka bir linçi besler… Hatta dünya da insanlık adına verdiğimizi iddia ettiğimiz her kutsalımızın altı oyulmuş olur… Misafirine, evine girdiği ev sahibine zulmeden gaspçıya karşı verdiğimiz savaş, vicdan ve onur yarası alır…

Çok üzücü bir replik var ortalarda; “Suriyeliler bize ait olanları tüketiyorlar” şeklinde… Müslüman bir topluma her türlü dünyevilikten uzak, hatırlatıcı bir soru sormak isterim. Mademki bazılarımız “Ensar olma” halinden şikâyete başlamışlar… “Rızık Allah’tan” değil mi? “Eğer Suriyeliler ya da dünyanın dört bir yanından gelenler olmasaydı, bugün yediklerimden, içtiklerinden daha iyisini yiyecek ve içecektim”i garanti edecek biri var mı? Sadece 70’li, 80’li, 90’lı yıllara bakmak yeterlidir…

Bizim örfi anlayışımızda, zorda kalana imkânlar iyileşinceye kadar destek olmak vardır… Bu, misafirlerimizi kargaşa ve düzensizlik içerisinde hukuksuz bir şekilde ağırlayalım anlamına gelemez… Zira bunun böyle olmadığı ve ortalıkta dolaşan pek çok bilginin iftira olduğu da yine Göç İdaresi tarafından ortaya konulmuş oldu…

Makro seviyede Batı’nın Doğu’yu göçebe olarak gördüğü bir dünyada, mikro ölçekli göçebelik vurguları da var; çatışmaları körükleyen. Edward Said, farklılıklara sürekli ve sistematik olarak vurgu yapmanın, ayrışmayı derinleştirdiğini savunur. Zira O, “Doğu ve Batı çatışması her türlü farkındalığa rağmen her ikisinin de alanını genişletmesine yaramıştır” der.

Seküler kafalar hâlâ anlayamasa da bereketin kaynağı olarak şurası önemli: Acaba kim kimin rızkıyla rızıklı!