Cemil Meriç, “Bir çağın vicdanı olmak isterim, bir çağın” der. Ben de adaleti olmak isterdim, niye mi? Çünkü benimsediğim hakikatin kökleri, adalete dayalı.
Nurettin Topçu der ki: “Bize bir lütuf gibi saadet bağışlayan değil, bizde mesuliyet şuuru yaratan insan lazımdır.’’
Daim uyanık, bilinçli, hedefi ve ilkeleri olan insan, mana dünyası olgunlaşmış insan o tefekkür yolcuları, dertlerin yoldaşlığında toplanır.
Gayemiz; dertlerde dirilen bir medeniyet şuurunda yükselmek.
Gaye bilincinde olan insan halini şöyle tarif etmekte M. Blondel: “Hareket, insanla Allah’ın bir terkibidir.” ve devam eder: “İsteyen irade, istenilen irade ile özdeşleştiğinde tabiatımız mükemmelliğine kavuşur.”
Ne için yaratıldığını bilen ve ona göre yaşayanların, umutları ve kavgaları hep aynı.
Derdinin mücadelesini veren duruşla, bilinç şuurunu nesillere taşımak için, varız biz.
Bizim asılımız derdimiz: ilk vahiy “Oku” emriyle başlamakta…
Kalbin içindekini, kalple okuma derdi bu. İnsanın kendi ile tanışıp, öz suretine bürünmesi…
İdrak ve takva potasında eriyip mana yoluna erişmesi; hakikati bütün azalarıyla hissedip, hissettirtmesi... “Oku” emri bir davettir, “Kün-ol” sırına erişmektir.
Her türlü ahlaksızlığın temeline yerleşen hırs (ambittion) modern yaşamda tutku olarak servis edildi. Bizi biz yapan değerlerin ismini sildiğimizde, masum ve haklı olabiliyoruz değil mi, ama nereye kadar bu oyun?
İç sesi susmayan insan kendini oyalamak için, akıl-mantık diyecek; olmadı bilimle his dünyasını ruhuna sıva yapacak; şimdi bitecek mi sanıyorsunuz arayış derdi? Daha çok alevlenecek, çareyi körlükte bulacak. Eğer görmeye başlarsa, derdi davet edecek hakikate.
Buna kibir müsaade etmez! Ömür enaniyetin elinde oyuncak olmakla geçer. Bu körlüğe acıma duygusu, yetersiz kalıyor.
“İnsanlar ve insanlık. İnsanlık sarhoş, insanlık büyülenmiş, insanlık kör; görmüyor uçurumu, görmüyor. Sen de kafilenin içindesin. Sen kafanla, sen etinle, rüyalarınla, sen ‘posterite’nle içindesin. Bu ateş çemberini aşamıyorsun.” Cemil Meriç’in seslendiği yer, kayboluştur… Yıkımdır, isyandır, varlığı unutuştur…
Kibrin, merhametsizliğin, eziyetin, hak-hukuk bilinmezliğin yanına dirilişi, derdimizi, “Vel Asr” koyalım…
Bu çürümüşlük ancak ‘Asra yemin olsun ki’’ sesi ile aşılır! Zevkin, eğlencenin, şehvetin, eğrinin tutsaklığındaki ‘konforlu yaşamın’ tercümesi; modern piyasa, yatırım, rekabet dili, Kendi tanrılarını icat eden insan, artık maskeli…
Derdi yok sayılması için, tuzak üzerine tuzaklar kuruldu. Güç savaşına katılanlar; dostlarıyla, kardeşleriyle, ailesiyle yarışmakta.
Şair Bedri Rahmi Eyüpoğlu şöyle der: “Hepimize yetmiyor mu şu mavi?.. Bölüşmek şart.” Bu post dijital çağda, parçalamak şart! Biz nasıl mı geldik bu çizgiye; derdimizi inkâr ederek…
Emek ile değil, alın teri ile hiç değil, kul hakkı gözetilerek adalet sistemiyle elde edilen kazanç da değil; entrikalarla, hileyle adaletsizlikle elde edilen kazançların yanına, gerçeği, uyanış sesini, ‘dosdoğru ol’ emrini koyalım…
Edep sınırlarının tayin edilemediği, mahremiyet kelimesinin hikayeleştirildiği bu hız devrinin doğruluğu ile avunmak, inkarcılıktır.
Derdine kardeş olamayanlar, gaye bilincine kenetlenmeyenler tabii ki huzursuzlukta kıvranacak.
Balığın karnında pişmanlık ve ümit içinde olan Yunus’un Yaratan’a teslimiyeti, mana dünyamızın, ana çatısı…
Kudüs’ün ilk fatihi Hz. Ömer’in adaleti, iman ışığı…
Abdest aldığında yüzünün rengi değişen Hz. Ali’nin takvası, Müslüman’ın uyanışı.
Derdine sarılan bir nesil yetişsin istiyoruz; mütevazı, onurlu, adaletli. Derdini seven, gözeten bir nesil!
Dünyanın neresinde acı varsa, kalbimizi oraya taşımalıyız. Bizim derdimiz medeniyet şuurunda toparlanmak olmalı.
Ve unutmayalım ki, bizim aşk derdimiz; Kudüs semalarını süsleyen Bilal-i Habeşi’nin sesindeki yankıdır.
Üstat Necip Fazıl der ki: Aşk… Başımıza ne geldiyse aşkımızı kaybetmekten geldi…
Aşkı yorumlayış şeklimizi değiştirdi sanal âlem.
Bugünün penceresine şöyle seslenmekte Cemal Süreya: “Sesinde ne var biliyor musun; söylenmemiş sözcükler var.”
Kalbinize emanetsiniz…