Bir kahvehanede akşam vakti iki eski arkadaş oturmuş, ince belliden çaylarını yudumlarken bir yandan da muhabbet ediyorlar. Havadan, sudan, oradan, buradan işte... Bir vakit sonra çaycının çırağı elinde iki bardakla beraber masanın üzerine taze çayları koyup, boş bardakları alıp gidiyor. Bu sırada bakışlarını birden çırağın ardına çeviriyor oturanlardan biri.
-“Kimsesi yok” diye ekliyor bakarken.
-“Anlamadım Hasan abi” diyor öteki.
-“Şu çocuğu diyorum. Adı Hüseyin, Suriyeli... Hiç kimsesi yok. Suriye’de annesi de babası da ölmüş. Bir komşusu onu, bombalanmış evlerinin enkazının yanında tek başına ve ağlar hâlde bulunca alıp getirmiş İstanbul’a. Bizim çaycı Mustafa abi de iyi adamdır, almış çocuğu yanına. Şimdi çocuk hem üç beş para kazanıyor hem de onun evinde kalıyor.
-“Üzüldüm.”
-“Üzüleceksin tabii. Üzülmelisin zaten. Ama yetmiyor be kardeşim. Üzülmek hiçbir şeye yetmiyor. Onlar, bizden çok daha fazlasını bekliyorlar aslında. Çünkü bizi hâlâ Osmanlı zannediyorlar. Oysa biz bile reddediyoruz Osmanlı’yı. Maddi olarak değilse de manevi olarak onlardan çok da iyi bir hâlde değiliz biz. Onların evlerine bombalar düşmüş, bizim maneviyatımıza. Gelip görünce eminim ki hayal kırıklığı yaşıyorlar” diyor, gözleri bulutlanmış hâlde. Sonra birden bir şey hatırlar gibi; “Ablası varmış bu Hüseyin’in. O da o bombanın altında can vermiş. İsmi neymiş ablasının biliyor musun?” diye soruyor.
Bu sorunun cevap verilecek bir sual olmadığını biliyor beriki ve soranın cevabını da vereceğini biliyor. Ama yine de “Neymiş?” der gibi başını yana sallıyor.
-“Türkiye” diyor.
-“Ablasının ismi mi Türkiye?”
-“Evet. Çok enteresan değil mi? Adam çocuğunun ismini Türkiye koymuş ve Türk bile değil.”
-“Gerçek mi bu?”
-“Küçücük çocuk yalan söylemez herhâlde! İnsanlar için biz hâlâ Osmanlı’yız ve bu insanlar, çocuklarının ismini Türkiye koyuyorlarsa biz hâlimizden utanmalıyız be kardeşim. Bu küçük çocuk bana yüzlerce kitabın öğretemediği bir şeyi öğretti; kendimi...”
Bir vakit sessiz kaldık öylece. Çaylarımızı içtik. Çınar ağacının altında, aklımızda tuhaf düşünceler ve biraz da hüzünle karışık; sustuk sadece. Biraz sonra elinde yine iki dolu bardakla geldi Hüseyin. Bu kez bir başka baktım o çocuğa. Yüzü gülüyordu ama bir başkaca hüzün vardı gözlerinde. Ne tuhaf! Suriye’de insanlar kızlarına Türkiye diye isim veriyorlardı.
Çocuk giderken bu defa ikisi birden bakıyordu ardı sıra.
-“Nerede kalmıştık?” diye sordu birisi.
Onlar nerede kalmışlardı bilmiyorum ama ben o enkazın altında kalmıştım.
Bunu daha önce yazmıştım; fakat şimdi de aynı ve aynı şey. Bugün de Gazze’de yaşananlar gözlerimizin önüne benzer durumları getiriyor, aynı vahşeti görüyor ve aynı zulmün acısını hissediyoruz.
Orada insanlar “sizi bekliyoruz” diyorlar bizim için. Bizim hâlâ Osmanlı olduğumuzu sanıyorlar. Öyle miyiz? Öyle olsak; gidip ellerinden tutmaz mıydık? Zor ve acı bir soru bu, biliyorum. Bizi beklediklerini de bizden beklentilerini de görüyorum. Yani ismimiz, bizden daha büyük. Lakin yine de farkında değiliz ve vaziyet böyleyken sen hâlâ “Bize ne kardeşim onlardan” mı diyeceksin?
Diyemezsin!