Şu ölüm diyorum.
Şu hep yanı başımızda durup bekleyen şey!
Bizimle yatan bizimle kalkan bizimle yürüyen!..
Bizden hiç ayrılmayan!
Hiç durmayan, duraksamayan, yorulmayan ve asla peşimizi bırakmayacak ölüm!
Yeryüzünün en uzun, en derin ağıtının ölüm olduğunu düşünürüm.
Şimdi “şu”, biraz sonra “bu” diyebilme ihtimalimizin yüzde elli olduğunu hepimiz biliyoruz.
Ve her gün görüyoruz, ölümü ve öleni!
Ölüm, öylesine evrensel, öylesine kapsayıcı bir güçtür ki!
İlk vurduğu yerden çıkan sesin yankısı bugün hala duyulmaya devam ediyor.
Dinmiyor ve dindirmiyor hiçbir ölümü hiçbir acı!
İnsanlığın geçmişine damga vuran ve geleceğini avuçlarında tutan ölüm!
Erkek kadın, genç yaşlı, zengin fakir, Müslüman kâfir hiç ayırt etmiyor.
Güçlülerin, zengin ve zorbaların ve de yenilmez sanılanların da önünde diz çöküp pes etmekten başka çaresinin olmadığı müthiş bir kuvvet!
Bu kuvvetin varlığını her gün gören ve hisseden insanoğlu, nasıl oluyor da böylesine başıboş bir halde yapay rüzgâra kapılabiliyor.
Her an ayağının kayabileceği ihtimaline rağmen zıplamaya, atlamaya devam ediyor.
Biraz sonra uzanacak çelmeyle yerde bir seksen yatacağını bile bile…
Ve düşeceği o derin kuyunun!
Ciddiye alınacak nesi var bu üç günlük dünyanın, ölüm ve ötesinden başka?
Şu kısacık ömürde!
Ne diyordu Leon Bloy, “İnsan öldüğünde uzunca bir süre için ölür.”
Hem bu dünya birbirimizi gömdüğümüz bir mezarlık değil miydi?
Sokaklarda dolaşan, kavga eden, birbirini kandıran, yalan söyleyen, kaçan, kovalayan bu insanlar, hiç şüphesiz her biri, birer ölüm adayıydı!
Ve hepsi sahnede ve sahadaydı!
Ölümün pençesinin altında!
Sahi ölümden başka her şeye hazırlanan bu adaylar, gerçekten ne yapmaya çalışıyorlardı?
Nasıl oluyordu da tüm canlıya çarpacak, tüm canlının çarpılacağı bu ölümü insanlar görmezden geliyor, nasıl?
Oysa hiçbir canlıyı es ve teğet geçmiyordu, geçmemişti ölüm!
Dünyaya ayak basar basmaz ölmeye başlayan bu zavallı insan, ne yapmaya çalışıyor?
Bu uzun ve derin ağıtı hangi ses bastırıyor?
Hangi reel önüne geçiyor bu ölümün!
Hangi önemli mesele unutturuyor ölümü!
Gerçekten bundan daha ciddi bir şey mi var mı bu ölümlü dünyada!
Şu mevt, ölüm yâ da “mirîn” bu kadar canlı ve dipdiri dururken neyi konuşuyor ve tartışıyor bu insanlar!
Yaşamanın ölüme doğru aktığının tanığı bu insanlar, hangi meselenin arkasına düşmüşlerdi?
Hayatın orta yerinde bir selvi ağacı gibi dimdik, bir çınar ağacı gibi taze ve diri duran bu ölümü görmemek neyin nesiydi!
Allah’ın Resulü Muhammed Aleyhisselâm, “Cenaze gördüğünüz zaman kalkınız, sizi geride bırakıncaya kadar ayakta bekleyiniz” buyuruyordu.
Ayakta beklenmeliydi ölüm!
Bizi geride bırakıncaya kadar…
Oysa ölüm şimdi önümüzde, yolumuzda, yolumuzun üstünde ve en okunaklı çehresi ile bekliyor bizi.
Ölümün kol gezdiği bir mekânda, gerisi bir süs, gerisi bir teferruattır.
İsterseniz başınızı kaldırın ve geriye doğru bir bakıverin.
De ki: “Sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, muhakkak sizi bulacaktır. Sonra görünmeyeni ve görüneni bilene döndürüleceksiniz. O size (bütün) yaptıklarınızı haber verecektir. “ (CUM’A/8)