Birey ve Toplum (1)

Abone Ol

Önceki makalemde en büyük problemlerimizden birinin hayatın dinamizmini dondurmak olduğunu söylemiştim. Biz Allah’ın kâinatı yaratıp (yaratmayı) nihayetlendirdiğini zannediyoruz. Kâinatın hâlâ yaratılmaya devam ettiğini ve Allah’ın bildiklerimizden başka yeni şeyler yaratabileceğini aklımızın ucundan bile geçirmiyoruz.

Nitekim Kur’an-ı Kerim, ulaşım araçlarından bahsederken şöyle demektedir: “O, atları, katırları ve merkepleri hem kendilerine binesiniz, hem de (hayata) güzellik katsınlar diye yarattı ve daha sizin bilmediğiniz nice şeyleri de yaratmaktadır.”[1] (Nahl 16:8). Yani, yaratma/ yaratılış kapısı halen açıktır. Zira bir başka ayet şöyle demektedir: “Yezîdu fi’l-halqi mâ yeşâu: O mahlûkatın kapasitesinde tercih ettiği artışı gerçekleştirir: çünkü Allah her şeye güç yetirendir.” (Fâtır 35:1). Yaratılıştaki bu artış yalnızca nicel değil, aynı zamanda niteldir de, çünkü “köpük yasası”na tâbidir.[2]

İşte Kur’an’ın bu iyimser bakış açısıdır bana “Kur’an geleceğin kitabıdır” dedirten. Kur’an, dışımızdaki olayları gözlemlememizi ve gerçeklerle bağlantılarını kurmamızı emreder. Böylece kozmik olguya yenilikçi bir süreç olarak anlam yükler.

Kur’an’ın dikkatimizi çektiği bütün bu canlılığa ve dinamizme rağmen, bazı Müslüman ıslahatçıların çabaları hayatı dondurmaya ve bir sosyal hayatı önceki bir dönemin tarzında sürdürmeye kilitlenmiştir. Bu sebeple -eski fakihler tarafından vazedilen fıkıh hükümlerinde- herhangi bir tecdid/yenileme girişimini şiddetle reddetmişlerdir. Böylece her yenilikten ürkmüşler, (katı bir tutumla) donukluğu ve değişim kapısını büsbütün kapatmayı yeğlemişlerdir. Nihayetinde toplum ve siyaset sistemi onların (bu katı/donuk) düşüncelerinin hâkimiyetine boyun eğmiştir.

Bu düşüncede olanların haklı oldukları bir hususun mevcudiyetinde şüphe yoktur. Nitekim sabit ve istikrarlı bir sistem ve modelin varlığı, toplumda ve devlette çözülmeye ve dağılmaya karşı direnmekte belli bir ölçüde yardımcı olur. Ancak fıkıh ve hadis âlimlerimizin atladığı husus şudur: Halkların geleceğinin/kaderinin belli bir sistemde dondurulması, bireyin o sistemdeki değerinin ve rolünün dondurulması kadar ağır sonuçlar vermez (halkların geleceği toplum ve siyaset düzenine bireyin bu düzendeki rolü ve değeri kadar bağlı/bağlantılı değildir). Ayrıca, aşırı derecede örgütlenmenin hâkim olduğu bir toplumda birey ruhunu kaybeder ve yok olur.

Bizim ihtiyaç duyduğumuz şey, güçlü şahsiyetlere sahip bireyler yetiştirmektir. Hâkim fikrî çevrelerimizin müspet ve menfi yönlerini görebilmemiz için önümüzü aydınlatacak ve fikrî gelişimimizi temin etmek için yeni standartlar belirleyebilecek bireyler… Bu vasıfta bireylerin yetişebilmesi için, öncelikle çeşitli toplumların deneyimleri hakkında geniş ve derin bir vukufiyet kazanmaları gerekmektedir.

Çalışmalarında kendisini belli bir mezhep ya da belli bir uzmanlık alanıyla sınırlayan bir insanın algısı da sınırlı olacaktır. Dolayısıyla zihninde yeni yorumlar geliştirmeye imkân tanıyacak daha geniş bir bakış açısı elde etmek için diğer mezhep ve alanlara da vâkıf olması gerekir. Araştırmacı, çalışmalarını başka bir dine ve diğer felsefelere kadar genişlettiğinde, mezheplerin ve toplumların ortaya çıkmasına yol açan yasaları kavrama kudreti de kat kat artacaktır.

Kâinatın sabit olduğuna ve yaratma sürecinin sona erdiğine inanan bir toplum, geçmişe tapar ve gelecekten korkar hale gelir. Tek ve katı bir bakış açısına hapsolmuş herhangi bir toplumda yaşayan bir bireyin, faydalı yeni bir buluş ortaya koyması mümkün değildir. Çünkü yenilikçilik/yaratıcılık, toplumların başına gelenleri etraflıca kavrayabilmekten ve bu olup bitenlere tanıklık edebilmekten doğar:

“İşte böylece sizin orta (dengeli, ölçülü, merkez) bir ümmet olmanızı istedik ki, insanlığa örnek/model olasınız ve Elçi de size örnek/model olsun.” (Bakara 2:143).

Dünyada olup biten olaylardan habersiz olan birinin yenilikler ortaya koyması ve medeniyetin inşasına katkı yapması beklenemez. “Hadâra; medeniyet” kelimesi “hazır (ve nâzır) olmak” kökünden türetilmiştir. “Gâib” olan yani ortada bulunmayan birinin tanıklığı da söz konusu olamaz. Olaya tanıklık etmeyen ve o esnada ortada bulunmayan birinin tanıklığı aslâ kabul edilmez.

Başarılı nadir bireysel örnekler (elbette vardır, ancak bunlar) genel bir kanuna dönüştürülmelidir. Bu görev şaz/marjinal bir model çerçevesinde kendi haline bırakılmamalıdır. Yenilikçilik/yaratıcılık (teşvik edilen) genel bir duruma dönüştürülmelidir. Dahası kâinatı çok iyi anlamak ve onunla kesintisiz bir yenilikçilik ilişkisi geliştirmek zorundayız.

Yok ise geliştirmemiz, var ise yaygınlaştırmamız ve hızlandırmamız gereken şey budur işte. Bütün dünya insanın geleceği konusunda karamsar olsa da biz iyimseriz, hakikaten çok iyimseriz. Zira tarihin bize öğrettiği iyimserliktir.

Önümüzdeki hafta da bu konuya devam edeceğiz, inşâllah.

Arapçadan tercüme eden: Fethi Güngör

[1] Burada, vahyin ilk muhataplarının bilmediği fakat gelecekte ortaya çıkacak ulaşım araçlarına açık bir gönderme vardır. Âyetin son cümlesinde gelecekte ortaya çıkacak ulaşım araçlarının Allah’ın yaratmasına hamledilmiş olması, vahyin inşa etmek istediği tasavvurun temel özelliklerinden biridir. Kur’an vahyi birçok yerde insan eliyle meydana gelen şeyleri Allah’ın fiiline hamleder. Bu sayede hem insanın yeni şeyler icat etme yeteneğinin Allah tarafından verildiğine, hem bu yetenekle kendisinden yeni şeyler icat edilen hammaddenin Allah tarafından yaratıldığına, hem de bütün bunların Allah tarafından eşya için konulan yasalar sayesinde mümkün olduğuna atıf yapmış olmaktadır.

[2] Müellif şu ayete atıf yapmaktadır: “O, gökten su indirdi. Bu sayede vadiler hacimleri kadar suyla dolup taştı. Derken akıntı, (yüzeyde biriken ne kadar) köpüklü tortu ve atık varsa alıp götürdü. Bir tür takı ya da alet yapmak amacıyla potada eritilen (metalin hasını, yüzeyine çıkan) köpüklü posadan arındırma işlemi gibi… İşte Allah hak ile bâtılı bu misalle açıklar. Artık bakılır: eğer köpüklü tortuysa sonuçta atılıp gider, fakat eğer insanlığın yararına bir şeyse yerli yerinde durur. İşte Allah böylesine misalleri veriyor.” (Ra’d 13:17).