Biraz ayıp olmuyor mu?..

Abone Ol

Çevrenizde bir türlü yerinde duramayan, zinhar söz dinlemeyen, bulundukları yerleri yerle yeksan eden, kıpır kıpır çocukların varlığına şahit olmuşuzdur. İşte bu laf-söz dinlemeyen, aşırı hareketli, sürekli sağı solu karıştıran, kıran döken çocuklara bizim zamanımızda “yaramaz çocuk’’ denilirdi. Bu yaramaz-haylaz çocuklar kendi takunyalarının numaralarını dahi bilmezler iken, annelerinin her daim kaç numara terlik giydiklerini çok iyi bilirlerdi.! Yarası beresi her daim eksik olmayan bu çocukların yaşıtlarına göre kulakları da hafifçe pembe ve birazda büyük olurdu…

Günümüzde artık bu çocuklara “Hiperaktif çocuklar!’’ deniliyor. Hem öyle ki, bu tanımlama annelerin çocuklarına yakıştırmayı sevdikleri sıfatların en başında geliyor. Bunun nedeni ise, esasen yanlış bir bilgiden kaynaklanıyor. Yani annelerin çocuklarının aşırı hareketliliğini “zekâ ile doğru orantılı’’ görmelerinden bahsediyorum. Lakin anneler bilmelidir ki  ‘’çocuğum çok zeki, onun için hiç yerinde duramıyor’’ yaklaşımı artık uzmanlar tarafından maalesef kabul görmüyor… Bilakis uzmanlar, çocuğun tüm bu olumsuz tavırlarının hoşgörüyle karşılanmasının ileriki dönemde çocukta “davranış bozukluklarının’’ yerleşik hale gelmesine sebep olacağını da önemle ifade ediyorlar.

Birde bizim şimdilerde kendilerine has dönemleri (!) bile olan “ergenlerimiz’’ var değil mi? Hani şu bizim kadim dostlarımız(!) Batılıların bize aile içinde hoşgörü adı altında pazarladıkları “ergenlik döneminden’’ bahsediyorum… Onların tabiri ile hani o “çocukluk çağı ile yetişkinlik çağı’’ arasındaki geçiş döneminden.. Nasıldı ergenliğin tanımı; ‘’Bireyde çocuksu tutum ve davranışlarının yerini, yetişkinlik tutum ve davranışlarının aldığı, cinsiyet yetilerinin kazanıldığı, bireyin erişkin rolüne psikolojik olarak hazırlandığı dönemdir.’’

Peki eyvallah tarif güzel ama, bu ergenlik dediğimiz şey sakın ha tamda batılı dostlarımızın(!) istediği gibi; 14-20 Yaş arası gençlerimizin yapmış oldukları “sorumsuz ve düşüncesiz’’ hareketlerin alayına, bizlerin uydurduğu bir kılıf olmasın.! Hadi gelin dürüst olup itiraf edelim… “Ergenlik çağına girdiler… Ancak son bir iki senedir çok değiştiler, asabi oldular, nasihat da kabul etmiyorlar, karşılık vermeye üstelik bizi azarlamaya bile başladılar. Kafelerden hiç çıkmıyorlar, eskiden çok geç geliyorlardı, şimdilerde eve de gelmiyorlar, erkek arkadaşının evinde kalacakmış… Giyim tarzlarımı Allah hak getire… Alkol ve sigaraya da başlamışlar…’’ diye yakınıyoruz değil mi?

Hey hat..! Bizim zamanımızda ergenlik deyince sorumlulukları kuşanma vaktinin geldiği anlaşılır, Allah’ın emir ve yasaklarına muhatap olunurdu. Yanlış bir durum mu? Asla..! Babalarımızın tek bir bakışı hizaya geçmemize yeterde artardı bile… Ne günlere kaldık değil mi kıymetli dostlar… Rabbim hepimizi, ailelerimizi günahlardan yanlışlardan muhafaza eylesin…

Evet, kabul edelim ki ergenin en büyük sorunu, “adam yerine’’ konulmamaktır. Büyüklerinde onların bir türlü “büyüdüğünü’’ kabul etmemesidir. Eyvallah lakin şöyle bir geçmişimize bir bakı versek, yaşadıklarımızdan ders çıkarsak bu sorunu zaten kökten halletmiş olacağız ki… Hani o tarihin akışını değiştiren, Çanakkale Zaferi’nin kaderine yön veren, Türk Milleti’nin var olma veya yok olma sınırına geldiği “Millî Mücadele de’’ 13-17 yaşındaki ergen(!) çocuklar bizzat silah kullanıp çarpışmalara girdiği gibi, istihbarat ve lojistik alanda faaliyet göstermişlerdir. 1915 Yılında;  Erzurum, Kayseri, Sivas, Konya, İzmir, Galatasaray Liseleri gibi birçok okulun 13-17 yaş arasındaki ergen(!) öğrencisinin de tamamının şehit düştüğünü o yıl hiç mezun vermediğini yeniden bir hatırlayalım…

Bedir savaşında müşrikler ile savaşan 13 yaşındaki Mu’az bin Amr’ı ve 14 yaşındaki Muaz bin Affan’ı, on yedi gece de Süryanice ve İbraniceyi öğrenip Peygamber efendimize tercümanlık ve Vahiy kâtipliği yapan 13 yaşındaki Zeyd Bin Sabit’i, Kurtuluş savaşı sırasında Fransızları darmadağın eden 14 Yaşındaki Çukurovalı Osman’ı, 21 Yaşında Endülüs Devletine altın çağı yaşatan Abdurrrahman Nasır’ı,  20 Yaşında tahta geçip, 21 Yaşında Bizans’ın başkenti Kostantiniyye’yi feth eden, çağ açıp çağ kapatan Fatih Sultan Mehmet Han’ı, nasıl unuturuz? Unutursak kalbimiz kurusun..

Yine öte taraftan çocukların iman, ibadet vb. eğitimleri üzerinde özenle duran Hz. Peygamber efendimiz (sav)’in çocuklarla olan ilişkilerine baktığımızda ise; onlara karşı büyük bir sevgi ve hoşgörü içerisinde olduğunu, onlara değer verdiğini, selamlaşıp hal hatır sorduğunu, arzu ve isteklerini dikkate aldığını, aralarında adaleti gözettiğini, onlarla şakalaştığını vs. görmekteyiz…

Peki, üstat Necip Fazıl’ın gençliğe hitabesinde gençleri tarif eder iken “Kim var?” diye seslenilince, “sağına ve soluna bakınmadan fert fert ben varım diyen, dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, öcünün davacısı bir gençlik’’ olarak bahsetmesine ne demeli?

Madem öyle demem o ki dostlar; Bu bize ait olmayan çocuklarımızın edep dışı davranışları bir Müslüman olarak Allah ve resulüne karşı saygısızlık olmuyor mu? Bu topraklar için çocuk yaşta şehit olan ecdadımıza, şehitlerimizin yetim çocuklarına, boynu bükük mazlumlara, çocuk yaşta ayakkabı boyayarak, sanayide çıraklık yaparak ev geçindiren ve hayatın kocaman yükünü küçücük omuzlarında taşıyan çocuklara sizce de haksızlık olmuyor mu?

O zaman söyleyin hele..! Yaramaz çocuklara ‘’hiperaktif’’ ahlaksızlık yapan gençlere de “ergen’’ dememiz sizce de biraz ayıp olmuyor mu?