Kıymetli kardeşlerim; Sevgili Diriliş Postası okurları…
Sözlerime başlamadan önce sizleri en kalbi duygularımla, selamların en güzeli olan Rabbimin selamı ile selamlıyorum…
Rabbim nasip kısmet ederse bundan sonra yeni yazılarımla Diriliş Postasında sizlerle olacağım. Birlikte hasbihal ederek geçmişten günümüze bir tarih yolculuğuna çıkacağız. Tarih kokan caddelerde, sokaklarda birlikte dolaşıp yorulduğumuzda soluklanacağımız mekânlarda Avni’nin, Muhibbi’nin, Fuzuli’nin, Baki’nin Nefi’nin dizeleri ile dinleneceğiz… Tarihten aldığımız ilhamla bu günümüze ışık tutma gayreti içerisinde olacak, seyahatlerimizi, söyleşilerimizi birlikte gerçekleştireceğiz. Kimi zaman tarihi bir yapıya misafir olup duvarların bize fısıldadığı asırlara meydan okuyan yaşanmışlıkları, hikâyeleri dinleyecek, kimi zamanda yaşayan tarih diye adlandırdığımız kişilere misafir olacağız…
Kuru ezber bilgilerinden ziyade tarihin tozlu sayfalarında birlikte dolaşacak tarihi şahsiyetleri, tarihi yapıları birlikte inceleyip ecdadımızdan bize kalan en büyük miras olan toplumsal hafızamıza birlikte sahip çıkacağız.
Payitahtın tarihi dekorlu vitrini: Balat
İstanbul’un her köşesini ayrı severim aslında… Her köşesinde ayrı bir hikâye, her taşının altında ayrı bir yaşanmışlık buldukça daha bir aşkla dolaşırım sokaklarında… Ve genelde bir rota belirlemem kendime yola çıktıktan sonra hikâyeler birbirini tamamalar zaten genelde… Ancak kimi zaman özellikle gitmek istediğim yerler olur ve bu gitmek istediğim yer genelde Payitahtın tarihi dekorlu vitrini Balat olur… Ayvansaray, Balat, Fener rotası gezmeyi de, anlatmayı da en sevdiğim yerlerden biridir.
Balat, Bizans’tan günümüze Musevilerin, Rumların, Ermenilerin ve Türklerin iç içe yaşadığı kozmopolit bir yapıya sahiptir ve eskilerden bir Yahudi mahallesidir tarih boyunca ağırlıklı olarak Musevilerin özellikle de “Seferadim – Sefarad” diye tanınan İspanyol Musevilerinin yaşadığı bir mahalledir. Semte adımınızı atar atmaz şehri kuşatan etnik yapının kültür izleri karşılıyor sizi; Musevilerin Sinagogları, Ermenilerin ve Rumların kiliseleri, ayazmaları, okulları, camiler, fetihten sonra camiye çevrilen kiliseler, cumbalı evler, merdivenli yokuşlar, daracık Arnavut kaldırımlı sokaklar, pencereden pencereye gerilen iplerdeki çamaşırlar…
Mimar Sinan’ın Ferruh Kethüda Camii, Sultan II. Beyazid tarafından camiiye çevrilen Gül Cami, Noel Baba Kilisesi (Aya Nikola Rum Ortodoks Kilisesi), Stefi Stefan Bulgar Kilisesi (Demir Kilise), Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi, ihtişamlı yapısı ile her defasında Rum Ortodoks patrikhanesi ile karıştırılan Fener Rum Lisesi, Moğolların Meryem’i Kilisesi, Balat Çıfıt Çarşısı ve Meşhur Cibali kapısı…
Her yokuşunda, her köşe başında, neredeyse her sokağında ayrı bir hikâye çıkıyor karşımıza. İşte bugün bunlardan birini ziyaret edeceğiz sizlerle “Tur-i Sina Kilisesi”…
Tur-i Sina Kilisesi (Balatkapı İoannes Prodromos Metokhion Kilisesi)
İstanbul’un, Fatih ilçesi, Balat semti, Tahta Minare mahallesi, Köprübaşı mevkiinde konumlanan Tur-i Sina Kilisesi Balat İskele Caddesi ve Mürsel Paşa Caddesi arasındaki alanda yer almaktadır. Daha açık tarif etmek gerekirse Eminönü’nden Eyüp’e doğru giderken, hemen sahil yolunun ortasında bulunan, Demir Kilise olarak bilinen Bulgar Kilisesi’nin biraz ilerisinden sola dönünce hemen sol kolda kalıyor. Manastır, Hıristiyanlar için de önemli, çünkü burası, Mısır, Sina Çölü’ndeki dünyanın en eski Hıristiyan manastırı olan Tur-i Sina’nın İstanbul’daki şubesidir ve bu kilse hâlâ Sina Başkonsolosluğu’na bağlıdır.
Peygamber Efendimiz’in el izini görmek ister misiniz?
Topkapı Sarayında sergilenen kutsal emanetler dışında Payitahtın birçok yerinde kutsal emanetlerin bazıları ile birlikte Peygamber Efendimizin Sakal-ı Şerif’inin ve ayak izinin olduğunu birçoğumuz biliyor ve ziyaret ediyoruz.
Peki, İstanbul’da hem de bir kilisede, Peygamber Efendimizin el izinin olduğunu duymuş muydunuz?
Peki neden bir kilise?
Hem öksüz hem de yetim olarak büyüyen Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’e (sas) amcası Ebu Talip sahip çıkmıştır. Peygamber Efendimiz amcası ile birlikte ticaret yaptığı zamanlarda Rahip Bahira isimli bir rahip ile görüşüyor. Gerçek adı Sergius olan bu rahip altıncı asırda yaşamış Hıristiyan din âlimlerinden biridir, Aramî lisanında ‘seçilmiş’ anlamına gelen ‘Bahira’ ismini kullanmış ve Rahip Bahira olarak tanınmıştır.
Peygamber Efendimiz’in Rahip Bahira ile karşılaşmasını Osman Nuri Topbaş Hocaefendi şu şekilde anlatmıştır:
Ebû Tâlib, Kureyş büyüklerinden bir grupla Şam’a gitmişti. Peygamber Efendimiz de onunla beraberdi. Yolda, Rahip Bahira’nın manastırına yakın bir yerde konakladılar. Bahira, o zamanki Hristiyanların en âlimi idi.
Bahira, kervan gelirken bir bulutun, içlerinden bir kişiyi gölgelediğini, ağacın gölgesine indikleri zaman da ağacın dallarının yine aynı kişinin üzerine doğru eğildiğini görmüştü. Bunun üzerine:
“−Ey Kureyş cemaati! Ben, sizin için yemek yaptım. Küçük-büyük, köle-hür, hepinizi sofraya davet ediyorum!” diye kervana haber gönderdi.
Hâlbuki Bahira, daha önceki gelişlerinde yanlarına hiç uğramaz, onlarla alâkadar olmazdı. Kervandakilerin hepsi sofraya gelmiş, sâdece Fahr-i Kâinat Efendimiz eşyaların yanında kalmıştı. Bahira gelenlere tek tek baktı ve kitaplarında okuduğu sıfatları hiçbirinde göremedi.
“−Ey Kureyşliler! Kafilenizde olup da buraya gelmeyen kimse var mı?” diye sordu.
Kureyşliler:
“−Ey Bahira! Geride bir çocuktan başka kimse kalmadı. Yaşça en gencimiz olduğu için O’nu eşyalarımızın yanında bıraktık.” dediler.
Bahira:
“−O’nu da çağırınız! Bu yemekte O da bulunsun!” dedi.
Muhammedü’l Emin’i getirip sofraya oturttular. Rahip, O’nu görür görmez dikkatli dikkatli bakmaya ve baştan ayağa süzmeye başladı. Daha sonra da elinden tutup:
“−Bu Âlemlerin Efendisi’dir. Bu Âlemlerin Rabbi’nin Resul’üdür. Allah O’nu âlemlere rahmet olarak gönderecek!” dedi.
Kureyş büyükleri ona:
“−Bunu nereden biliyorsun?” diye sordular.
Rahip:
“−Ben O’nun vasıflarını bize indirilen kitapta okudum. Nitekim siz yaklaştığınız zaman, O’nun için eğilmedik ne taş ne ağaç kaldı, hepsi de secde ettiler. Bu cansız şeyler ancak bir peygambere secde ederler. Ben O’nu ayrıca peygamberlik mührüyle de tanıdım, bu mühür kürek kemiklerinin arasında bulunuyor.” dedi.
Bahira, Peygamber Efendimize ve amcasına bazı sualler sorup aldığı cevapların bilgilerine muvafık düştüğünü görünce kanaati kesinleşti. Ebu Tâlib’e dönerek:
“−Yeğenini hemen memleketine geri götür! Yahudilerin O’na zarar vermelerinden sakın! Vallahi Yahudiler onu görüp de tanırlarsa muhakkak öldürmeye kalkarlar. Bu çocuk Araplardandır. Hâlbuki Yahudiler gelecek peygamberin İsrailoğulları’ndan olmasını isterler. Sen’in yeğeninin hâl ve şanı çok büyük olacaktır.” dedi.
Ebu Tâlib de Râhip Bahira’nın tavsiyesi üzerine mübarek yeğenini alarak hemen Mekke’ye döndü.
İşte Saint Katerine (Tur-i Sina) Manastırı, 12 yaşında iken Papaz Bahira, 25 yaşında iken Papaz Nestura tarafından gördükleri alametler neticesi Hz. Muhammed’e (sas) peygamberliğini müjdeledikleri ve uyardıkları manastırdır.
Efendimiz Mekke’den Medine’ye hicretinin 2. yılında kendisini tebrike gelen Tur-i Sina manastır papazlarına, evvelki iyiliklerine binaen geri dönerken yolda kendilerini güvence altına almaları için Saint Katerina (Tur-i Sina) Manastırı’na ve bu papazlara üzerinde el izinin olduğu bir emanname (dokunulmazlık) mektubu vermiştir.
Aradan geçen asırlardan sonra Yavuz Sultan Selim Han, Mısır Seferi dönüşünde bu emannameyi görünce öpüp başına koymuş ve bu emannameyi vermeleri karşılığında İstanbul’daki evlatlarının bu dokunulmazlığını sürdüreceklerini, bir de İstanbul’da Tur-i Sina’ya ait manastır ve kilise vereceğini beyan ve ferman etmiştir. Bu emannamenin nerede saklandığı konusunda Evliya Çelebi, Seyahatnamesinde “Bu emanın orijinalinin İstanbul Patrikhanesi’nde 7 cevahir sandık içinde saklanmaktadır.” şeklinde yazmıştır.
Tur-i Sina Kilisesi
İşte Tur-i Sina Kilisesi olarak bilinen ve Yavuz Sultan Selim Han tarafından bu emannameye karşılık verilen kilisenin girişine emannameyi temsilen Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (sas) el izinin yer aldığı bir taş asılmıştır.
Zamanla yıpranan ve kırılmaya başlayan el izi 2007 yılı yaz aylarında kilisenin girişinden sökülerek düzenleme bahanesi ile Fener Rum Patrikhanesinin bahçesine götürülmüş ve bir daha da yerine koyulmamıştır…
Birçok kişi bilmez ama en son geçtiğimiz günlerde bir Ayvansaray – Balat- Fener turu esnasında Fener Rum Patrikhanesinde denk geldiğimiz patrik ayini esnasında kilisesinin bahçesinde anlatım yaparken tesadüfen denk geldim el izine. Uzun zamandır görmek istediğimiz ancak göremediğimiz, akıbetinden de habersiz olduğumuz, hatta birçok kişinin kaybedildiğini dahi iddia ettiği bu el izini merdiven altı diye tabir ettiğimiz harabe bir yerde üç beş kişi ile birlikte birkaç parça taş ve ufak birkaç parça eşya ile birlikle gördüğümüzde adeta şok oldum. İnsanların anlam veremediği ve ne olduğunu sorguladığı pislik içindeki bu taş, Âlemlere Rahmet Peygamber Efendimiz’in (sas) merhametinin ve şefkatinin bir simgesi olarak yıllarca Tur-i Sina kilisenin kapısında sergilenmişti… (2007 yılından sonra ilk defa görüldüğünü düşünüyorum)
Bu arada eğer Balata kadar gider de Balat’ı gezme imkânınız olursa Fener Rum Lisesine doğru çıkarken Merdivenli Mektep Sokak’ın girişinde Osmanlıya başkaldıran Eflak ve Boğdan Voyvodası Dimitri Kantemir’in 22 yıl ikamet ettiği sarayın bahçesine kurulmuş Balat Antik Cafe’yi ziyaret ederek bir yorgunluk kahvesi içmeyi ihmal etmeyin…