“Bakmak ve görmek aynı şey değildir” şeklinde pek meşhur bir sözümüz vardır…
Ve elbette bakmayı, görmeyi etkileyen hatta bazen baskılayan çok ciddi kısıtlayıcılar vardır; ideolojiler, cehalet ya da kültürel ön yargılar gibi…
“‘Bakmanın pedagojisi’olur mu?” demeyin…
Nietzsch’nin “Putların Alacakaranlığı” olarak tarif ettiği bir körlüğün ortadan kalkması için, insanın alması gereken üç temel eğitimden bahseder; “Bakma, düşünme ve okuyup-yazma” olarak…
Bu yazımızda daha çok “bakma” ve onun gösterdikleri üzerinden ilerleyeceğiz…
Eğer iyi bir “bakma eğitimi” almış iseniz, “görme” kabiliyeti de o nispette berraklaşacaktır…
Bakma eğitiminin ne olduğunu -bana göre- en güzel anlatan ifadelerden birinebir karikatürde rastlamıştım…
Adam eczaneye gidip, “Bakış aşısı var mı?” diye sorduğunda eczacı da ona, “Ne yapacaksın” diye soruyor, o da; “Olaylara yeni bir bakış aşısı getirmek için” diye cevap veriyordu…
Evet, iyi bir bakış eğitimi aslında iyi bir “bakış aşısı” demektir…
“‘Manevi’ olan herkes için farklı bir şeye tekabül eder”gerçeğini dışarıda bırakmadan şunu da vurgulayarak asıl söylemek istediklerime geçebilirim sanırım…
Madem konuyu Nietzsch üzerinden açtık, yine onun sözüyle meseleye girelim: O, “Bu görmeyi- öğrenmek maneviyata giden ilkokul öncesi eğitimdir” derken, görememenin de gayr-i maneviyata, bayağılığa ve uyarana karşı koyamayışa sürüklediğini ifade eder…
İnsan, bazı durumlarda muhalif olmanın, karşıt görüşe karşı neyin savunulduğunu dahi göremeyecek derecede “kör”leşilebileceğinin çok temel örneklerine rastlayabiliyor…
Modern siyasetin muhalefet anlayışının beslediği ve rekabet içerisinde olduğu partiye karşı,“ o varsa ben yokum, o savunuyorsa ben savunmuyorum” tutumlarının savurduğu bakış açıları, çok şaşırtıcı bir manzara arz edebiliyor…
CHP’nin bu türden savrulmaları, son dönemlerin en çarpıcı örneklerini sundu ve sunmaya da devam ediyor…
“Ak Parti nerede varsa ben orada yokum ya da o ne söylüyorsa ben tam tersini söyleyeceğim” mantığıyla düştüğü çelişkiler, ayaklarına dolaşan bir yumağa dönüştü…
Bu yüzden, daha sonra terör örgütü üyesi olduğu kesinleşen, suç makinesi olduğu sabit olan birçok kişi, nihai durum ortaya çıkmadan, aceleyle ve dürtülerle hareket edilerek savunuldu…
İşin garip olan tarafı, bu gerçekler ortaya çıktığı halde hiçbir nedamet emaresi gösterilmedi ve bu alışkanlıktan geri adım atılmadı…
Bu “dürtüsel muhalefet”, bazen taban tabana zıt hatta CHP’nin yaslandığı bütün tarihsel tabanı ayaklarının altından çeken gazeteci, akademisyen ya da sanatçıları dahi koruma kalkanına aldı…
Eğer CHP savunduklarının ne düşündüğünden bihaber ise bu çok daha vahimdir; aynı zamanda cehaletlerine delalet eder…
Hepsine yer veremeyeceğim için sadece bir örnekle ete kemiğe büründürmem yeterli olur sanıyorum…
Hepiniz hatırlıyorsunuzdur, yakın denebilecek bir zamanda Prof. Dr. Büşra Ersanlı ile ilgili bir hapis kararı verilmişti…
Bütün CHP’lilerin bu karara nasıl tepki gösterdiğini hepiniz hatırlarsınız…
Peki, CHP kimi savunduğunu biliyor muydu?
Bana göre hayır…
Çünkü Ersanlı’nın sadece, “İktidar ve Tarih” isimli kitabını dahi okusalardı, “Kemalist Dönem Tarih Yazıcılığı” konusundaki fikirlerini bilselerdi, asla savunamazlardı…
Bana göre bir dönemin, “İcatçı Tarih Yazıcılığı”nın hakkını teslim eden önemli bir çalışma…
Fakat CHP için asla kabulü mümkün olmayan ifadelerle dolu…
Sırf Osmanlıya sempati duyduğu için tarihçi Ahmet Refik’in başına nelerin geldiğini, akademik hayatının nasıl bitirildiğini ve bunun üzerinden, bu niyette olanların nasıl sindirilmeye çalışıldığını okumak bile yeterince aydınlatıcıdır…
Osmanlı’dan, dolayısıyla da onu andıran İslam’dan “kopuş”u temsil eden bu zulüm dönemini, Peyami Safa’nın daha sonra şu sözlerle dile getirdiğini biliyoruz: “Politik bir dil kullanmak zorunda kaldım…”
Evet, işte CHP’ce “bakma(ma)”nın yansıttığı minik bir özet…