“Evet, öyle yap Lucilius, kendin için kazan kendini…”
Seneca, hem insana hem de onun kurduğu en büyük organizasyon olan devlete dair ne büyük bir nasihat veriyor değil mi; Licilius’a yazdığı mektubunda verdiği bu öğütle…
Öyle ya, kendini kazanamamış birinin başkalarını kazanması nasıl mümkün olabilir ki!
Nitekim kendini kaybetmiş bir devletin, etrafındakileri nasıl kaybettiğini, bizzat yaşayarak görmedik mi?
Yakın yüzyıllarımız, tam olarak bu “kayıpların tarihi” değil mi?
Bir devlet bugününe, başkalarından bağımsız olarak ne kadar hükmedebiliyorsa o kadar özgürdür…
Bugüne hükmetmek aslında yarına olan bağımlılığını da azaltacaktır insanın ya da devletin; ne getirip ne götüreceği belli değildir çünkü yarının…
Elimizdeki en değerli şeyin “zaman” olduğu öğrendik hep; ama onun aynı zamanda ne denli akıcı ve kaygan olduğu konusunda yeterince ikna edildiğimizi düşünmüyorum…
Birkaç asırdan beri yanı başımızdan akıp giden en kıymetli şeye -zaman- karşı olan umursamazlığımız, bunun en açık delilidir…
Taşıdığı inanca ya da geleneğe hiç uymadığı halde, bu millete bunu yaptıran şeyin ne olduğunu -bir daha aynı umursamazlığa düşmemek için- çok iyi teşhis etmekle mükellefiz…
Bizi, bir o yana bir bu yana savuran ve dengeli olmanın en önemli emaresi “kararlılık”tan uzaklaştıran, kendi kendimizle kalabilmemizi engelleyen, olgunlaşmış ruhumuzu tekrar “ergen savrukluğu”na iteni de daha görünür kılmak adına, abideleşmiş değerlerimizi ihya ile mükellefiz…
Bin yıldır yaşadığımız bu coğrafyada cismen var olsak da, ruhen ve fikren bir konar-göçer gibi yaşamanın getirdiği yalnızlığımızı da unutmamak üzere bir kenara not etmek zorundayız…
Bu yazıda madem Seneca’dan aldık ilhamı, onun ilmekleriyle daha da sağlamlaştıralım ve estetik kudretini artıralım cümle örgülerimizin: O, “Her yerde olan hiçbir yerde değildir” sözüyle, ruhu ve zihni konar-göçerlerin yurtsuzluğunu ne de güzel ifade ediyor…
Osmanlı’nın son yılarında başlayan ve bugün bile “bitti” diyemediğimiz bu konup-göçerliğimiz nerelere uğramadı ki; birliğimizi hangisinin daha iyi sağlayacağı iddiasıyla…
Bu “birlik” reçetesine herkes kendince bir “ilaç” önerdi; lakin çoğu, ilaç diye sunduğunun “zehir” olduğunu idrakten bile mahrumdu: İslam’ı, Osmanlıcılığı, Türklüğü birleşmenin çatısı olarak sunanların yanında Batılılaşmayı, Komünizmi hatta Hıristiyanlığı önerenler dahi vardı…
Konar-göçerlerin konuklukları çok olur ama -yeterince zamanları olmadığı içindir belki- kuracak uzun süreli dostlukları olamaz; ne yazık ki…
Acaba gerçek dostlarımızı kaybedişimizin en geçerli ve en yüz kızartıcı olanı, bu kendi kendimizi kaybedişimiz olabilir mi?
“Kusura bakmayın, önce kaybettiğimiz kendimizi kazanalım sonrasına bakarız” diyecek kadar bir itiraftan bile yoksun olabilir miydik?
Yıllarca sığınmaya çalıştığımız onca bahane, sanki biraz da bu gerçeğin evelenip-gevelenme hali gibi; ne dersiniz?
Belki suçu hiç kendimize kondurmak istemeyişimizin altında yatan saik de bunun eseridir…
“Daha inançlı olacağım” diye dinler/ideolojiler arasında sürekli ve durmaksızın yer değiştiren birinin, inancına verebileceği bundan daha zararlı bir şey olabilir mi?
Tıpkı, durmadan yeri değiştirilen bir ağacın serpilmesine imkân olmadığı gibi, ruhen savrulanın da kendi kendisiyle buluşması ve etrafına kararlı mesajlar verebilmesi imkânsızdır…
Elbette etrafında nelerin olduğunu/döndüğünü bilmek zorundadır toplumlar ve insanlar…
Ama bunu kaybolmuş bir benlikle değil, kendini ve ne aradığını bilen bir “keşif eri” gibi yapmalıdırlar…
Şimdilerde durum değişiyor galiba…
Birileri “yalnızlaşıyoruz” dese de başka bir taraftan kendi kendimizi kazanıyor, kim olduğumuzu hatırlıyoruz…
Bugün İslam coğrafyasının, Türk dünyasının hatta bizi asla güçlü görmek istemeyen Batı’nın verdiği tepkiler, kimliğimizin hatlarını çok daha belirgin hale getiriyor; bunun farkında değil miyiz?
Karşımızda duranın zalim, yanımıza gelmek isteyenin mazlum ya da sevmeyenin istilacı, sevenin “hak” sahibi olması, bizim “kim” olduğumuzu yansıtan en güzel ayna değil mi?
Bu “ayna” dün Myanmarlı Müslüman ve mazlum kardeşimizdi, bugün de Azerbaycanlı Türk gardaşımızdır…
Bugünümüze el koyuyor ve kim olduğumuzu, kim olmadığımıza karşı mücadelemizle tüm dünyaya gösteriyoruz…