Bu günlerde özellikle cımbızlanan, metnin tamamındaki anlamından koparılmış cümlelerle oluşturulmaya çalışılan linçlerle daha çok muhatap olmaya başladık. Cümleleri “kuşa” çevrilen, siyak-sibak ilişkisinden yoksun bu açık saldırıların muhataplarının “Muhafazakâr” tandanslı olarak seçilmesi de hiçbir şekilde tesadüfî olamaz.
Şunu peşinen söyleyerek yazıma devam etmek isterim. Elbette bahsettiğim kesimden bazı isimlerin kötü niyetlilerin işine yarayacak, “yeteri kadar açık” olmayan ifadelerinin farkındayım. Üstelik herkesin çok daha hassas olması gereken bir zeminde “ayaküstü” fikirleri, fikrin sahibinin kendine saklaması çok daha büyük bir faydaya tekabül edebilir.
Türkiye’yi inançlarından ve tarihsel süreçte edindiği birlik ve beraberliğinin harcı hakiki cemaat anlayışından kopararak sekülerleştirmek isteyen zihniyetlerin “ekmeğine yağ sürmenin” bir başka ifadeyle “değirmenine su taşıma”nın akılla izahı yoktur.
Evet, maalesef FETÖ denen yapı karşımıza bir “cemaat kisvesi”yle çıkmıştır. Bunun üzerinden, “bak dindarlık işte buymuş” diyerek dinden ya da inançlı toplumdan uzaklaşmak çok acı faturaların habercisi olur. Çünkü dinin ya da cemaat ruhunun bütün bu “kötüye kullanma” halinden bağımsız olduğu ve İslam toplumlarının inkişâfının temel anahtarı olması durumu göz ardı edilmiş olur.
Eğer bu süreci sağlıklı bir zeminde atlatamazsak bekleyen tehlikenin “sekülerleşme” olacağı iyi bilinmelidir. Bu riski Avrupa skolastisizmi üzerinden yorumlamak da mümkün. Fakat ayrı bir yazı gerektiriyor. Şimdilerde zaman zaman rastladığım bireysel dönüşümlerin toplumsal bir zemine taşınması riski hafife alınamaz; zira “biz yıllarca bir yalana inanmışız” diyerek namazı-niyazı terk edip içkiye vs. yönelen insanların varlığı bir hakikat olarak ortadadır.
Sorunun İslam’dan değil de “Müslüman”dan kaynaklandığı gerçeğini, her zihne nakşetmek zorundayız. Malum tartışmalar ve saldırılarla inançlarımız,“bütün cemaatler aynıymış”noktasına vardırılmak istenecektir. Oyun bu denli büyüktür.
15 Temmuz hadisesinden yirmi bir gün sonra kaleme aldığım bir yazımda naçizane bugünkü tabloya dair endişelerimi ifade etmeye çalışmıştım. O günlerde meselenin akut sıkıntılarını bertaraf etmeye çalışırken, sosyolojik ve inanç boyutlu tahribatları elbette ortaya çıkmamıştı.
O günkü yazımda; “Sinsi bir hastalık gibi yılarca milletin içinde kendilerine parazit bir yaşam alanı oluşturan bu FETÖ/PDY yapılanmasının bütün yönleriyle ele alınması muhakkaktır. Bu hassas ve akut dönem atlatıldıktan ve zihinler güvenlik endişelerinden arınarak dinginleştikten sonra bilim insanları her boyuttan bu hadiseyi ve yapıyı anlamak zorunda” demişim. Şimdi görüyorum ki bu zaman yaklaşıyor.
Tam da şimdi ve özellikle ilahiyatçılar, sosyologlar, sosyal psikologlar, siyaset bilimciler ve tarihçiler bu anlamda son derece önem arz ediyor. Bundan sonraki nesillerin “sancıyan yerden” bir kez daha acı çekmemeleri için, acı çektiren bu “habis yapı”nın bütün kodlarının deşifre edilmesi gerekiyor. O sancıyan yerle ilgili en fazla hissiyat ise hiç kuşkusuz en fazla Sayın Cumhurbaşkanımızdan geldi.
Zihin bulandırma konusunda son derece başarılı olduğu gözlenen ve Türkiye karşıtı uluslararası muhalif yapılarla da entegre bir zeminde hareket eden bu terör örgütü, bundan sonrada bu zihin bulandırma faaliyetlerine devam edecektir.
Deşifre olmuş kısımlarının dışında artık kabuğuna çekilmiş olan bu yapı bugün, kırk yıl süreyle devam ettirdiği ve en fazla deneyime sahip olduğu “riya zemini”ne tekrar dönmüş ise yeniden bir zemin kollamanın hesapları içerisinde olabilir.
Bu yapı neticede Türkiye’de ki “belgenin ve bilginin anlamsızlaştırıldığı” bir sürecin de sorumlusudur. “Hangisi daha doğru” çelişkisi oluşturan bu belge kirliliği sebebiyle, toplumsal hafıza sürekli bulandırılmış ve neye inanacağı konusunda çelişkide bırakılmıştır.
İşi, yeni krizlere sürüklemek isteyenlere bir kez daha fırsat verilemez; üstelik “Kriz anlarında belge ve bilginin hiçbir anlamı yoktur; Süleyman’ın mührü geçerlidir” gerçeğine rağmen…