Küçüktüm. İlkokul sınıflarının birinden diğerine geçmiştim. Tarihi de yaşımı da tam olarak hatırlamıyorum. Yaz tatili olduğunu uzun ve kavurucu yaz günlerinden hatırlıyorum. Annemin “Başında, ortasında, sonunda birer gün tutsan da tam tutmuş sayılırsın oğlum!” deyişini hâlâ unutmadım.
Sahura kalktığım gecelerde, pide almak için köy fırınına ben giderdim. Karanlık ve serin sahur gecelerinde köyün dar sokaklarından ve meydanından geçerek fırına varırdım. Fırıncının müşterileri itinayla ve hiç şaşırmadan ve de kayırmadan sıraya koyuşu, pide paralarını toplarken hesabı hiç karıştırmayışı, hamuru açan tırnakçının susamları pidenin üzerine ustalıkla serpiştirmesi, kürekçinin yakmadan ve de ham bırakmadan pideleri pişirmesi… Hepsi gözlerimin önünden hayal meyal geçiyor şimdi.
Annemin verdiği ekmek çantasına koyduğum pideleri, iki elimle göğsüme bastırarak fırından çıkardım. Seher vaktinin serinliğinin üşüttüğü vücudum, pidenin sıcaklığı ile ısınırdı. Sokaklarda ve köy meydanında eksik olmayan köpeklerden çekinerek evin yolunu tutardım. Ben küçükken ekmeğin kokusu uzaktan gelirdi ve ekmeğe kuyruk sallayan ya da havlayan sadece köpeklerdi. Ez azından bana öyle gelirdi.
Herkesin beyaz ipi siyah ipinden aynı anda ayırt edilirdi. Herkesin duvarında “Temkinli Diyanet Takvimi” asılır, ancak herkes imamın ezanına güvenirdi. “Sahura geç kalkan bir kimse, ezan bitene kadar yiyebilir” diyen hocalar aykırı ya da modern hoca addedilirdi.
İki televizyon kanalı vardı, lâkin sadece birisi sahur ve iftar programı yapardı. Programların ismi “Huzura Doğru” ya da “İnanç Dünyası” olurdu. Peşinde olduğumuz şey huzurdu. Huzura doğru atılan her adım rahatlatırdı insanları. Ekrana çıkan hocaların hayran kitleleri yoktu. Hocalar doktora tezi yazıyormuş gibi konuşurdu. Televizyon karşısındaki seyirci konuşmalardan pek bir şey anlamazdı. Hoş seyircinin öyle merak ettiği çok sorusu da olmazdı. Benim çocukluğumda hayat, soru sormaktan çok verilmiş cevapları uygulamak üzere kurgulanmıştı.
Günler yine uzun ve sıcaktı. İmkânlar daha kıt, şartlar daha ağırdı. Fakat herkes bir şekilde orucunu tutardı. Tut(a)mayanlar için camları gazete ile kapatılmış lokantalar, öğle yemeği çıkarırdı. Müşteriler bu gazete kaplı camlar arkasından dahî utana sıkıla yemeklerini yerdi. Hastalıktan ya da mazeretten dolayı oruç tutamayanlar, tutanlardan özür dilerdi.
Yemekler iki çeşidi pek geçmez, sofraya konan hiçbir şey israf edilmezdi. İftar vaktine dakikalar kala, çocuklar ellerinde tabaklarla, bir o yana bir bu yana yemek taşırlardı sokaklarda. Açlığın-tokluğun bilinmesi bir yana, herkes haberdardı hangi yemek var komşusunun tabağında.
Şehrin tarihi kalesinden top atılırdı. Babam, elinde su bardağı, dilinde iftar duası; top atınca ezanı, ezan okununca top atışını bekletir öyle açtırırdı iftarlarımızı.
Hacivat ile Karagöz tadındaydı Ramazan eğlenceleri. Onu da çocuklar seyrederdi. Oruç tutmak, gecesinde eğlenilecek bir şey değildi. Büyükler geceli-gündüzlü ibadet eder, çocuklar eğlenirdi. Eğlenmek, çocukça bir şeydi. Çocuk olmayanlar sevinmek için bayramı beklerdi.
Ben küçükken, mü’minler oruç tutardı. Oruç da mü’minleri…