Kitaplar içine gömülmüş bir halde ders çalışırken ilkokul ikinci sınıfta okuyan oğlu yanına geldi ve sordu; “Baba neden bu kadar çok ders çalışıyorsun?” Oğlunun yüzüne baktı ve “Profesör olacağım oğlum” dedi. Oğlu babasını düşündüren bir cümle daha kurdu: “Ben profesör baba değil, benimle oyun oynayacak bir baba istiyorum.” Baba, çocuğunun gözünde hemen hemen ergenlik yaşına kadar kusursuz bir kahraman gibi görüleceğini biliyordu. Bu nedenle kaybedecek zamanım yok diye düşündü ve oğlunun hatırı için görev yaptığı üniversiteden ayrılıp İstanbul’un yolunu tuttu ve çocuğuyla daha fazla zaman geçirebileceği bir iş buldu ve oğlu büyüyene kadar onunla doyasıya oynadı, koştu, coştu. Oğluna hayatında lazım olacak bütün temel becerilerle birlikte bisiklete binmeyi, güreşmeyi, ata binmeyi öğretti. Oğlu, bıçak kullanmayı, et doğramayı, çobanlık yapmayı, ok atmayı, futbol oynamayı babasıyla birlikte öğrendi. Mescidi, camiyi babasıyla birlikte sevdi. Müzik ve sanat sevgisini, karanlık korkusunu yenmeyi, kamp ateşi yakmayı babasıyla birlikte keşfetti. Oğlu oyun oynamayı sevdiği için, ona her şeyi oyuna çevirerek öğretti. Oğul büyümüştü ve her ikisi de oyuna doymuştu. Yaşı büyüdükçe ayaklarının üzerinde durmaya ve daha bağımsız hareket etmeye başladı. Babası onu kontrollü serbestlik tekniği ile yavaş yavaş uzaklara gitmeye alıştırdı ve özgüvenini gördükçe daha uzaklara tek başına gitmesine izin verdi.
Oğlu, ergenlik yaşına geldiğinde babasına sorabileceği en zor soruları sormaya başladı. Adam gibi bir erkek olmayı ve doğru bir mahremiyet terbiyesini babasından aldı. Kendisini kötü niyetli insanlardan korumayı, doğruyu ve yanlışı seçmeyi babasıyla birlikte vakit geçirerek kavradı. “Benim aslan babam, kahraman babam” diyerek gözünde yücelttiği ve peşinden bir gölge gibi takip ettiği babasından ayrılıp daha bağımsız hareket etmeye başladığı zamanlar geldiğinde oyuna ve babasına doymuştu.
Oğlu ergenlik çağından geçerken kendisinin de bir şeyler bildiğini düşünmeye başlamış olsa da babası onun gözünde yine de bir kahramandı. Aradığı soruların cevabını babasından doğru ve güvenilir bir şekilde alacağını biliyordu. Oğlundaki gelişmeyi gören babası onunla bir arkadaş gibi konuşmaya başladı ve zaman zaman oğluna danıştı. Ergenlikten çıkarken babasıyla arasında kurulan sağlam bir dostluk ve oyun arkadaşlığı köprüsünün üzerinden yürüyerek emin adımlarla gençliğe doğru ilerledi.
Oyun oynama yaşı geçen ve delikanlı olmaya başlayan oğul babasına soracağı son mahrem soruları da sordu. Artık kendi ayakları üzerinde duracağına inanıyordu ve tek başına uzaklara gitmeye karar verdi. Ailesine ve babasına öyle kuvvetli bir bağlılığı vardı ki, uzaklarda olsa da ailesini çok seviyordu. Babasıyla arasında kurulan bu gönül bağı onu hem ailesine, hem de değerlerine sımsıkı tutunduruyordu.
Babası, kendi ayakları üzerinde yürüyebilen oğluyla iftihar etti. Oğluna son bir nasihat vermenin zamanının geldiğine kanaat getirdi. “Oğlum,” dedi ve devam etti; “Ben de senin yaşında babamı kahraman olarak görüyordum. Benim babam da sırtımı yasladığım sıra dağlar gibi bir kaleydi. Babam ne yaptıysa benim iyiliğim için yaptı. Babamın bana söylediği sert sözlerin bile benim iyiliğim için söylenmiş olduğunu çok sonra anladım. Babam bana son bir nasihat daha yaptı ve dedi ki: ‘Oğlum bizim canımızdan, malımızdan, anamızdan ve babamızdan daha kıymetli bir hazinemiz var, bilir misin? Sahabeyi kiram kendi canlarını Peygamberimiz için feda edip, ‘Anam babam sana feda olsun ya Resul Allah’ diyordu.”
Evladım sana son nasihatim şudur: “Babam benim en büyük kahramanımdı, ben de senin için bir kahraman olduğumu biliyorum. Fakat bizim en büyük kahramanımız iki cihan sultanı peygamberimizdir. Senden tek isteğim onun sünnetine uymandır.”