Rahatsızım. Niyetim sızlanmak değil. İlaçlarımı alıyorum; sağlığım idare eder. Kalbim yorgun ama olsun. Ama rahatsızlığımın bir parçasını yüklenesiniz isterim. Kişisel değil çünkü.
Şöyle anlatayım. Fırsat buldukça, açarım bir sayfasını Kur’ân’ın, bir ayetin anlam okyanusunda, saatler süren keyifli sörfler yaparım. Çoğunlukla sessiz olur bu. İçimde bir yerlerde bir zemberek hareketlenir, vahyin diri nefesiyle mahrem temaslar gerçekleşir. Çağlayan serinlikleri uğrar içime. Derin mavilere daldığım olur. Ak köpüklere değer yüreğim. Çağla tazeliği vurur dudağıma. Bir sofradan kalkmışlığın itminanıyla, sıcacık bir çayı yudumlamışlığın hazzıyla rahatlarım, nefesim genişler. Rabbimin beni benden iyi tanıyışını, bana benden yakın oluşunu hece hece tattığım olur; ümitlenirim. Lütuf bol, kerem sınırsız nasılsa.
Burada bir parantez açayım safdil kardeşlerim için: (Bakın bunları kendimi övmek için yazmıyorum; Kur’ân’ın lütfu bu; benim ayrıcalığım değil, hâşâ. Dudağını pınara dayayan herkese, serinlik garanti edilir; öyle değil mi?)
Bazen cemaat halinde de sörf yapıyoruz. Bana hüsnü zannı olan, “abi” “hoca” diye bilen kardeşlerim geliyor. Yok öyle örgütsel bir eylem yapmıyoruz. Gelişi güzel oluyor çoğu kez. Ya bir otobüsün yan koltuğunda ya havalimanında bekleme salonunda, Çengelköy’de Çınaraltı’nda denk geliyoruz. O vakit, çantamdan, fazla hırpaladığım için cildi dağılmış, sırtında elimin izi kalmış, sayfaları kahve ya da çayla lekelenmiş Mushaf’ı çıkarıyorum heyecanla. En şaşkın gördüğümün eline tutuştururum. “Hadi, aç bir sayfa!” derim.
Bir parantez de buraya gelsin: (Mushaf, Kur’ân’ın matbu halidir; okuyunca Kur’ân olur Mushaf. Okumayana Mushaf olarak kalır! Yani, okumayanın Kur’ân’ı yoktur.)
Ben tam Mushaf’ı uzattığım sırada, garip bir şey oluyor. Bakışlara biraz merak yükleniyor. Az da endişe… “Kimin?” diye soruyorlar. Acil cevap bekliyorlar. “Allah’ın…” diyorum, “bilmiyor musunuz?” Cevabımdaki ironi kimilerini utandırıyor; susturuyor. Kimileri ısrar ediyor. Anlamazlıktan geldiğime bakmayın; soru aslında şu: “Abi sen kimin mealini okuyorsun?” Ona göre hüküm verilecek hakkımda. “Doğru adammış!” denilecek belki. “Şunun adamıymış” diye kategori konusu olacağım ya da. Vayyy!” denecek; şaşırılacak. “Yok ya!” diye omuz silkinecek. “İyi ama…” diye ayar çekilecek. “O meal yazarı şöyle…” diskuru başlayacak. “Şu meal yazarı da cıss…” tiradına girilecek. “Şu meal yazarı o meal yazarı için böyle yazmış!”lar havada uçuşacak. Neydi o türkü? “Bir of çeksem, karşıki dağlar yıkılır!”
Bir parantez de buraya gelsin: (Mekke’de, kardeşlik dersi almaya geldiği umrede üstelik, bir de hanım haliyle, elimdeki meale hırslanıp, masraftan kaçınmayarak, beni İstanbul’daki firma CEO’suna, tuvalette sigara içen öğrenciymişim gibi şikayet edeni de gördü bu gözler. Çok geçmedi daha kurumsal olanını da yaşadım. Sözüm ona “devlet televizyonu”nda, elimde niye ‘devlet meali-Diyanet meali yani-yok diye azar işittiği de oldu bu kulakların.)
“Allah’ın…” diyorum, “Allah’ın kitabı bu!” Meal ya da tefsir kitapları Allah’ın Kitabı’nı anlama çabası. Şunun ya da onun meali; Kitab’ı anlama çabasına dâhil değil mi? Bir meali okumak, bir tefsiri tercih etmek, benim Kitab’ı anlama çabamın bir parçası. Meali kendi anlayışımın yerine koymuyorum ki. Tefsircinin yorumunu akletmeyişimin bahanesi yapmıyorum ki… Ayetlerle yüzleşiyoruz o esnada. Saf ve hazırlıksız bir yüzleşme bu. Dağ yamaçlarında yanağını rüzgâra tutar gibi. Gövdesini denizin mavisine batırır gibi. Çabama yoldaş yapıyorum benden önce yazılanları ve anlaşılanları…
Haberiniz olsun diye yazıyorum. “Sen misin habire Kur’ân’dan konuşan…” diye öfkeli bir homurtu giderek yükseliyor. “Ayıp değil mi, ama…” diyecekler neredeyse. “Yoksa hadisi inkâr mı ediyorsun?” diye yakamıza yapışmak üzereler. “Ehlisünnet omurgaya saldırı yapıyor olmayasın?” türü entel ithamlar kol geziyor. “Kur’ân diyo’sun seennnnnnnn; hiç sünnet demi’yosunnnn!” edalı acil teşhisler almış başını. Yok artık!
Birkaç ay önceydi; önüme koydular birkaç makaleyi. “Fırka-yı Kur’âniyyûn” diye bir tayfa mı çıkmış ne, işte ben de o fırkadanmışım! Anladığım kadarıyla şuna benzer suçlarım varmış: “Kur’ân düşkünlüğü” “Kur’ân’sız edememek!” “Kur’ân’ı aklıyla anlamaya çalışmak” En dehşetlisi de şu: “Kur’ân Müslümanlığıcısı olmak!”
Diyeceğimi bir daha diyeyim şimdi: Evladım, kardeşim, ablam, amcam, teyzem, babacığım, dedeciğim, kuzum, arkadaşım, dostum, kankam, üstadım, azizim, gözüm, sofim, senin de benim de selamet vesilem ve kurtuluş ümidim Hazreti Peygamber aleyhisselatuvesselam, apaçık Kur’ân düşkünüdür, asla Kur’ân’sız edemez, aklını Kur’ân’ı anlamakta kullanır.
Aklını başına topla. Ben bu aklı, Kur’ân’ı anlamakta kullanmayacağım da nerede kullanacağım? Ha bir de Hazreti Peygamber tepeden tırnağa “Kur’ân Müslümanı”dır. Dahası da vardır: Hazreti Peygamber “Kur’ân Peygamberi”dir.
Tamam; bunları geçelim. Sen haklı ol; yenileyim sana seve seve.. Elime Kur’ân aldım diye beni utandırmak da nedir yahu? Ben yeterince utanır oldum; az da sen utanmayı denesen diyorum. Hı?