“-Hazreti Ali çift ağızlı kılıcı Zülfikar’ı ağır ağır çekti. Düldül şaha kalkarken acı acı
kişnemeye başladı ve… -Ve, ve diyeceğine, okusana ula! -Ve mübarek hayvan sanki
Hayber Kalesi’ni hemen zapt etmek istiyordu. -Vay be! Ben pehlivan diye, ben kahraman diye Ali’ye derim. Biz kim köpek oluyoruz yanında! Vay mübarek adam! Oku bakayım!
Bence en güzel macerası Hayber Kalesi’dir. Yüz defa oku yine bıkmam.”
Spotta yer alan diyalog, senaryosunu Yavuz Turgul’un yazdığı, yönetmenliğini Nesli Çölgeçen’in yaptığı Züğürt Ağa (1985) filminden. Haraptar Köyü’nün pehlivanlığa meraklı ağasının (Şener Şen) oğluna okuttuğu Hayber Kalesi’ne verdiği tepki, Anadolu insanının Kur’an-ı Kerim haricinde okuduğu (okuttuğu) kitapları yansıtıyor olması sebebiyle önemli. Ben de bu sahneyi yüz defa seyretsem yine bıkmam…
Aslında cenknâme türünde yazılan eserler, pek çok kitapseverin kitapları sevmesinde de etkili olmuş, bu çok açık. 2013 Şubat’ında Duran Boz’un editörlüğünde Hangar Kitap’tan çıkan “Okuma Hikâyeleri” adlı kitaba bakıyorum da, kimlerin okuma macerasının başında yer almamış ki Hazreti Ali Cenkleri:
Rasim Özdenören: “Üçüncü sınıfa geçip babamın tayini dolayısıyla Malatya’ya geldiğimizde kendi çapımızda bir birikimimiz olmuştu. O yılın tatilinde, ilk kez kendi paramızla kitap almayı öğrendik. Aslında mahallemizin çocukları haylazdı. Fakat açıklanamaz biçimde bir okuma ve sinema merakları vardı. Hazreti Ali’nin Cenkleri dizisini ilk kez onların elinden tanıdık. O kitaplardan biz de edinmek istedik. Malatya’da Yeni Cami’nin avlu duvarının üstünde bu tür kitapları sergileyen kitapçılar vardı.”
Arif Ay: “Okuma alışkanlığım ya da okuma hikâyem önce dinleme ile başladı. Dolayısıyla yazılı kültürden önce sözlü kültürle tanıştım. Çünkü evimizde Kur’an-ı Kerim, Hazreti Ali Cenkleri, Kesikbaş Hikâyeleri ve Süleyman Çelebi’nin Mevlid’inden başka kitap yoktu.”
Necip Evlice: “Günler, aylar, yıllar geçti… Babam gelmedi, gelmeyecekti… Okumayı, yazmayı öğrendim. Bir gün annem bir kutu getirdi, önüme koydu. Açtım, baktım. Battal Gazi Destanları, Hayber Kalesi Cenkleri, Köroğlu ve Karacaoğlan Şiirleri vb. vardı. Babam gelmeyecekti ama gelmişti işte; kitaplarla şiirlerle.”
Ömer Lekesiz: “İlkokula başladığımda, benden önce okullu olan iki ağabeyimden okumayı, yazmayı öğrenmiştim; öğretmenin önereceği kitaplardan önce babamın kasaba pazarından getireceği kitapları -Hazreti Ali Cenkleri, Tahir ile Zühre, Kerem ile Aslı, Yusuf ile Züleyhâ vb.- iştiyakla okumak için heyecanla beklemeye başlamıştım bile.”
Ahmet Kekeç: “İlk kitaplarım ve yazarlarımın kaynağı umumiyetle cami önlerindeki sergilerdi. Malatya Söğütlü Cami önündeki kitap sergisinden Hazreti Ali Cenkleri’ni satın alıp okuyordum. Bazen okuduklarımı, üste küçük ücretler ödeyerek, yenileriyle değiştiriyordum.”
İsmail Karakurt: “Eniştemin ocak başında ya da köy odasında okuduğu Hazreti Ali’nin Cenkleri… Okuma merakım bu kitapları dinleyerek başladı.”
Cenknâmeler Sezai Karakoç’u da derinden etkilemiş. Üstadın “Çocukluğumuz” şiirini hatırlayalım:
Annemin bana öğrettiği ilk kelime
Allah, şahdamarımdan yakın bana
benim içimde
Annem bana gülü şöyle öğretti
Gül, O’nun, o sonsuz
iyilik güneşinin teriydi
Annem gizli gizli ağlardı
dilinde Yunus
Ağaçlar ağlardı, gök koyulaşırdı,
güneş ve ay mahpus
Babamın uzun kış geceleri
hazırladığı cenklerde
Binmiş gelirdi Ali bir kırata
Ali ve at, gelip kurtarırdı bizi
darağacından
Asya’da, Afrika’da, geçmişte gelecekte
Biz o atın tozuna kapanır ağlardık
Güneş kaçardı, ay düşerdi,
yıldızlar büyürdü
Çocuklarla oynarken
paylaşamazdık Ali rolünü
Ali güneşin doğduğu yerden
battığı yere kadar kahraman
Ali olmaktan bir sedef her çocukta
Babam lâmbanın ışığında okurdu
Kaleler kuşatırdık,
bir mümin ölse ağlardık
Fetihlerde bayram yapardık
İslâm bir sevinçti kaplardı içimizi
Peygamber’in günümüzde
küçük sahabileri biz çocuklardık
Bedir’i, Hayber’i, Mekke’yi özlerdik,
sabaha kadar uyumazdık
Mekke’nin derin kuyulardan
iniltisi gelirdi
Kediler mangalın altında uyurdu
Biz küllenmiş ekmekler yerdik razı
İnanmış adamların övüncüyle
Sabırla beklerdik geceleri
Şimdi hiçbirinden eser yok
Gitti o geceler o cenk kitapları
Dağıldı kalelerin önündeki askerler
Çocukluk güzün dökülen yapraklar gibi
(Gün Doğmadan, Sezai Karakoç, Diriliş Yayınları, 10.b. Mayıs 2011, s.: 97-98)
Sezai Karakoç’un “gitti” dediği o “cenk kitapları”, İsmail Toprak’ın itinalı çalışmasıyla geri geldi: Hazreti Ali Cenkleri, Büyüyenay Yayınları, 2014, 480 sayfa.
İsmail Toprak kitabı yayına hazırlarken yedi nüshayı esas aldığını söylüyor: Hikâye-i Ali İbn Ebi Talib Gazavât-ı Hazreti Ali (Hazreti Hasan ve Hüseyin) Mecmuası, Mecmua-i Gazâvât, Gazâ-i Feth-i Hayber Kalesi, Hayber Kalesinin Fethi, Hikaye-i Hazreti Şah-ı Velayet (Kan Kalesi), Garibname-i Muhammed Hanifiye ve Ceng-i İmlak ve Katran Cengi.
Conan, Tommiks, Teksas, Zagor, Teks, ıvır zıvır “kahramanlar” yüzünden Hazreti Ali Cenkleri’ni ıskalayanlara bu kitap ilaç gibi gelecek.
“Hazreti Ali Cenkleri, medeniyet dünyamızın meydana getirdiği ve adeta değerler dünyamızın bir parçası hâline gelen bir eser. 1950’lere kadar çeşitli varyantlarıyla evlerde, aile meclislerinde, kıraathanelerde ve insanların bir arada bulundukları her ortamda okunan, anlatılan, konuşulan hikâyelerden oluşmaktadır. Bugün yaşları elliyi aşmış herkesin hatıralarında değerli ve özel bir yere sahip olan Cenknâmelerde olağanüstü olaylar yanında güzel ahlâk, erdemler ve insanı yücelten değerler de anlatılmaktadır. Bir ideal sahibi olmak, hangi şartlarda olunursa olunsun kötülükle mücadele etmek, sahip olduklarını paylaşmak, merhamet, doğruluk, mertlik, sadakat, cesaret… velhasıl insanı yücelten birçok vasıf Hazreti Ali Cenkleri yoluyla insanımızın ruh ve gönül dünyasını aydınlattı, zenginleştirdi. Her insanda bulunmasını özlemle isteğimiz safiyet ve samimiyet Cenklerin başkahramanı Efendimiz’den başlayarak, Hazreti Ali ve çocukları ve sahabelerde ideal halini bulmakta ve hikâyeler boyunca dalga dalga yayılmakta. Onlar, güzellik ve iyilikle dolu halleriyle, ruhumuza dokuna dokuna safiyet ve samimiyetin eşsiz örneklerini bize yaşatmaktadırlar. Şimdi de adeta realitenin betondan duvarına çarpa çarpa sürdürdüğümüz katılaşmış hayatımıza, Hazreti Ali Cenkleri adeta akan su gibi, rengiyle ve gıdasıyla samimiyetin sembolü olan süt gibi, geceleyin gökyüzünde bir sevinç nişanesi halinde asılı duran yıldızlar gibi, masumiyetini asla yitirmemiş masmavi gökyüzü gibi yepyeni bir insan bilinci ve taptaze bir bahar iklimi sunmaya hazır bekliyor.” (Tanıtım bülteninden)
Mehmet Aycı: Külliyat halinde okumak, önerilen bir şey
Ne Okuyorlar?
Bu hafta şair-yazar Mehmet Aycı’dayız: Külliyat halinde okumak önerilen bir şey… Ramazan’da Yahya Kemal Külliyatını okudum. Bazı kitaplar bu külliyata dâhil edilebilir. Babasına gönderdiği kartpostallardan oluşan Pek Sevgili Beybabacığım, Nihat Sami’nin ve Sermet Sami’nin hatıraları, Süheyl Ünver’in Yahya Kemal’in Dünyası, Beşir Ayvazoğlu’nun yayınladığı şairin Fuat Bayramoğlu’na mektupları da külliyata dâhil. Bir de Yahya Kemal hakkında çıkan kitapların tamamını okuyorum. Sadettin Ökten’den Cahit Tanyol’a, Ömer Özden’den Zahir Güvemli’ye, Alphan Akgül’den Vehbi Eralp’e şair hakkında kim ne yazmışsa okuyorum. Şu anda gündemimde Yahya Kemal var. “Tezli” okumuyorum. Böylesinin daha sağlıklı olduğunu düşünüyorum. Yahya Kemal son yüzyıllık hayatımızı ve son bin yıllık sanatımızı anlamak için mutlaka okunmalı diye düşündüğüm için. Kendi kitaplarını böylece ikinci defa okumuş oldum. Bu arada Alim Kahraman ve Beşir Ayvazoğlu’na ne kadar teşekkür etsek az.
Aziz Nesin’in, ‘fişlenmesini’ istemediği kişi kim?
Hâtıra çok, ama en fazla zorlandığım bir olayla ilgili olduğun için, Aziz Nesin’le olanı unutamadıklarımdan. İtalyan Lisesi’nde 12. (son) sınıfı okuduğum 1955 yılı sonlarında bir gün kapımız çalınmış, babamın Kuleli Askerî Lisesi’nden sınıf arkadaşı Aziz Ağabey telâşla içeri girmişti. İtalya’nın Genova yakınındaki Bordighera kasabasında Uluslararası Altın Palmiye Karikatür ve Mizah yarışması yapılacak, kendisi de Fil Hamdi hikâyesiyle bu yarışmaya katılacakmış. Tek engel, hikâyelerin yarışmaya İtalyanca olarak katılma şartı. E hikâyeyi İtalyancaya ben çevirecekmişim, hem de 15 gün içinde!.. Şöyle bir göz attıktan sonra, “Aman ağabey, nasıl olur? Senin hikâyen baştan sona Türkçeye mahsus deyim ve esprilerle dolu. Bak, ‘Kedi yavrusu gibi gözümüz açılıp da dünyanın kaç bucak olduğunu anlayamadan peder bey bizi başgöz ediverdi’ diyorsun. Ben bunu nasıl tercüme ederim?.. Benim öğrendiğim nihayet bir okul dili… Senin kullandığın deyimlerin karşılığını İtalya’da yaşamış olsam belki bilebilirdim ama…” diyorsam da nafile. Aziz Ağabey kararlı. “Sana açık bono: İstediğin kadar kötü tercüme etmekte serbestsin; benim hikâyem birinci olacak!” Çaresiz kabul ediyorum ve elimden geldiği kadar yapıp veriyorum. Hikâye önce yabancılar arasında, sonra ev sahibi İtalyan yazarların da katıldığı yarışmada dünya birincisi oluyor (aynı yarışmada Turhan Selçuk da karikatür dalında dünya ikincisi olmuştur). Hikâyesini tercüme eden kişi olarak adımı basına neden açıklamayıp, “Bir Türk gencine yaptırdım” demesinin gerekçesini babama şöyle açıklıyor Aziz Nesin: “Benim adımla birlikte görünüp Cinuçen’in de fişlenmesini istemedim…”
Aziz Ağabey’le birkaç yıl sonra Cağaloğlu’nda çalıştığı yayınevinde karşılaştık. Merhaba der demez başladı bana müzik konferansı vermeye (babam tarafından doldurulmuş olduğu besbelliydi). Alaturka müzik Arap-Acem-Bizans karması bir saray artığıymış… Müzikle uğraşacaksam piyano falan açılmalıymışım; ancak böyle dünyaya açılabilirmişim… Ud çalarak Türkiye’nin dışına çıkamazmışım… Eğer bir daha karşılaşmamızda da beni yine alaturkayla meşgûl görürse, sadece merhaba der, çayımı söyler, benimle konuşmaz, işine devam edermiş… Osmanlı kültürüyle birlikte Türk müziğinin de tanınmış düşmanı olan Ziya Gökalp’in zehirlediği kafaların bu tip konuşmalarına karnım tok olduğu için, susup hiçbir reaksiyon göstermen dinlemekle yetindim. “Niye konuşmuyorsun, yoksa beni muhatap mı kabul etmiyorsun?” diye sorunca, “Tabiî etmiyorum ağabeyciğim” dedim, “Ben sana mizah edebiyâtı konusunda ukalâlık etmeye kalksam, sen beni muhatap kabul eder miydin? Türk müziğinin menşei konusunda hangi yabancı kaynakları okudun ki konuşuyorsun?!..” Ayrıldık ve bir daha görüşmedik. (Ud, tanbur veya kanun çalarak dünyaya açılınamayacağını görecek kadar yaşadı aslında; ama ne yazık ki insanların çoğu sâbit fikirleriyle gömülüyorlar!).
Saz ü Söz Arasında/ Cinuçen Tanrıkorur’un Hatıraları, Dergâh Yayınları 3. Baskı Haziran 2014, 362 s.