-Ölmeyen ölüler vardır bu topraklarda
lakin öldürülmesi gereken ölüler de vardır-
Zaman bazen ölümle hesap edilir kâri. Ve hatta öyle çok ölüm olur ki bazı vakitlerde ecel denen vaktin ve ölüm meleğinin yalnızca o vakte mıhlandığını, o vakitte yaşayanların başında olduğunu zannedersin ve öyle bir halde ölümü saymaya ne saatler, ne zaman ne de akıl kifayet etmez. Öyle çoktur ki ecel denen vakitle sözleşenler, her biri aynı anda canından geçerler, anadan, babadan, yardan, evlattan ve dünyadan vazgeçerler de anlayamazsın bir kısacık vakte bu denli ölümün nasıl sığdırıldığını. Ama bazıları ölümü utandırırlar neredeyse. Ve hatta korkuturlar. Ölmek mesele değildir belki de zira herkesin başında o. Lakin asıl mevzu neden, ne için ve ne uğrunda öldüğündür.
Ve bazı topraklar dünyalık hiçbir meta ile vermez kendini insanlara. O diyarları almak ve onlara sahip olmak için evvela sahiplik denen halin yalnızca Yaradan’a ait olduğunu bilmek ve kendinden, canından geçmek gerekir. Haddini bilmek gerekir hatta bazı diyarlarda yurt kurmak için. Ve ölmek gerekir bir toprağa vatan diyebilmek için. Toprak kendini teslim etmek için ölüm ister. Uğrunda ölünecek bir sevgilidir toprak ve şayet canını verebilirsen sana yar olur, vatan olur. Öyle olmuş ve öyle olunmuştur. Ve üzerinde gezdiğimiz bu topraklar verilmek için alınmamış, bozkırın ortasından buralara kadar gidilmek için gelinmemiştir. Ölünmek içindir bu geliş.
Dünya her gelenin “benim” dediği ama kimsenin olmayan, kimseye yâr olmayan bir geline benzer. Zira sadece güce, kuvvete ve hatta silaha zafere de teslim etmez kendini o. Bir toprak yalnızca güçle, zaferle vatan olmaz. Bazı zaferler ölüm ile kazanılır. Ölerek kazanılır bazı topraklar ve oralarda ölüm artık kurtuluşun ismidir. Vuslatın ve bir rütbenin… Şerefli bir nişan gibi boynunda taşıyanlar vardır ölümü, ölümü zafer sayıp da ecele koşanlar vardır. Toprak ancak o vakit vatan olur ve bu halde kazanılan vatan öyle kolay kolay terk edilmez ve çıkmaz elden. Ve böyle diyarlarda susayanlar kendinden geçerler, su yerine kana kana şehadet şerbeti içerler. Ve bu âlemden şerefle, onurla göçerler.
Zira ölüm yok olmak, tükenmek ve bitmek değildir bazılarının lügatinde. Onlar ölüme bir düğüne koşar gibi koşarlar ve hele ki vatan için, iman için, millet için ve bayrak içinse o ölüm işte, o vakit ölmekten korkanı dahi ayıplarlar. Yeniden doğmak için ölürler.
Bir toprağı vatan eylemek için oralara sadece gönül vermek değil canını vermek gerekir. Ve vatan dediklerinin sahibi toprağın üzerinde yaşayanlar değil toprağın altında ölümü bile korkuturcasına uzanmış kıyamet gününü bekleyenlerdir. Ve Allaha inananlar bilirler ki ölmeyen ölüler de vardır. Bedeni ölse de ölmeyenler, bu âlemden gitse de göçmeyenler…
Anadolu, bir dava uğruna asırlık bir yürüyüşe çıkanların yurdudur ve bağrına basmıştır ilahi bir muştu ile atlarını doludizgin koşturanları. Ta Orta Asya bozkırlarından sinelerine ilahi bir aşkın ateşiyle dağlanmış, gönüllerini, ciğerlerini yakmış bir mefkûrenin derdine yollara düşenlerin her bir karşına destanlar yazdıkları diyardır.
Öyle gelmiştir, öyle gelinmiştir ve ölerek dirilmiştir bu toprağa nefes verenler… İ’la-yı kelimetullah davasına ses verenler buralarda ölmüş ama davayı diriltmiştir… Yani ölseler de ölmemişlerdir onlar ve bugün de olan tam da budur. Aynı dava, aynı gaye ve aynı dertle yaşamak zorundadır üzerinde yaşadığımız bu topraklarda yaşayanlar.
Bu topraklar mukaddestir, bu dava mukaddes ve şairin dediği gibi “mukaddes davalarda ölüm bile güzeldir…”