Savaşa girdi kalbim bin yara aldı beni
Nerede bir acı varsa aradı buldu beni
Bugünlerde durumumuz tam da bu mısralarda ifade edildiği gibi… Musul’da, Arakan’da, Suriye’nin muhtelif yerlerinde ve en acısı Halep’te yaşanan acılar her Müslümanın yüreğini dağlıyor. Bütün bunların üstüne, coğrafyamızdaki dertlerle ilgilenmeyelim diye, içimizde bombalar patlatarak ateşi ocağımıza düşürmek ve bizi kendi otağımıza hapsetmek istiyorlar. Ama öğreteceğiz küffara, bir muhavvidin yüreğinde Halep’in kederiyle Kayseri’nin kaderinin tevhit ettiğini.
“Halep’e yol açın” konvoyuna katılmak üzere Cumartesi günü, Cilvegözü sınır kapısına ulaşıp İHH’nın konvoyu ile birlikte sınıra dayandık. Güzel ülkemin dört bir yanından hatta İslam coğrafyasının çeşitli yerlerinden yüreği Halep ile atan on binlerce mümin bir araya gelmişti. Araçlarıyla ulaşanlar, oldukça uzak bir yerde vasıtalarını bıraktıktan sonra akıllarında aynı soru olduğu halde yürüyordu:
Sınırı geçebilecek miydik? Halep topraklarına ayaklarımız, İdlib yetimlerine elimiz değecek miydi?
Başkan Bülent Yıldırım konuşurken sözleri sık sık aynı samimi taleple kesildi.
Başkan Bizi Halep’e Götür!
Sınırı geçmemize müsaade edilecek miydi? Geçsek Halep’e kadar varabilecek miydik? Ulaşsak o kaos ortamında onca çocuk, kadın, yaşlı ve genç insanın can güvenliği nasıl sağlanacaktı? Yani gitsek dönebilecek miydik?
Hiç kimse bu soruları sormuyordu. Ötesini kimse dert etmiyordu?
Halep’te ölmek döşekte ölmekten daha anlamlı geliyordu.
Konuştuğum bir aktivist kararlığı gözlerinden taşar bir şekilde şunu söylüyordu: “Elimizden iki çuval un götürmekten başka bir şey gelmiyorsa en azından kardeşlerimizle birlikte ölelim. Halep’e ulaşırsak ya onlarla birlikte şehadete kavuşuruz ya da muhasara başka bir boyut kazanır da belki sivilleri çıkarmayı başarırız”.
Bülent Yıldırım, kalabalığın gözlerinde o coşkulu arzuyu görmüş olmalı ki konuşması esnasında sık sık bireysel bir teşebbüste bulunulmaması, kuşatma altındaki insanların zaten tehlikede olan hayatlarını daha da tehlikeye atacak girişimlerden kaçınılması gerektiğinin üzerinde durdu, sözler aldı.
Miting alanında içini dökenlerden Mücahit Gazeteci Adem Özköse, sınırın hemen ötesinde Halepli kardeşlerimizin katledildiğini hatırlatıp yeminle tamamladığı konuşmasında şunları söyledi:
“Kardeşlerim, İstanbul sadece İstanbul demek değildir. Anadolu demek, Şam demektir, Halep demektir. Ey Halepliler, bizler sizleri unutmadık. Vallahi, tüm dünya sizi terk etse de bizler sizleri terk etmeyeceğiz.”
Dr. İhsan Şenocak, yaşanan katliamların arkasındaki asıl akıl/sızlık sahibi olan İran’a çağrıda bulunarak Hamaney’e seslendi:
“Ey Hamaney! Firavun da çocukları boğazlıyordu, şimdi senin adamların çocukları katlediyor. Firavun’un sonu nasılsa senin de sonun öyle olacak, unutma!”
“Vallahi biz kötü bir şey yapmadık. Bizi niçin öldürüyorsunuz?!”
Sözlerine küçük bir Halepli kızın yukarıdaki isyan dolu feryadı ile başlayan Memur-Sen Genel Başkanı Ali Yalçın, Halep’in Çanakkale’de yedi bin şehit verecek kadar bizden bir şehir olduğunu hatırlattıktan sonra orada bulunan bulunmayan tüm üyelerinin duygularına adeta tercüman oldu:
“Bize diz çöktüreceklerini zannediyorlar. Size teslim olan sizin gibi olsun. Biz ölmeden, bu hesap kapanmaz. İnsanlıktan çıkmış bu canilere müsaade etmeyeceğiz.”
Sınır kapısına kadar devam eden yürüyüşün ardından Bülent Yıldırım, görüşmelerde bazı maddeler üzerinde anlaşıldığını ancak tam bir mutabakata varılamadığını kaydetti. Anlatılanlardan, karşımızda anlaşmayı zamana oynayarak sürüncemede bırakmaya ya da akamete uğratmaya çalışan bir yezit topluluğunun bulunduğunu anladık. Kalanlar kaldı. Dönenler ise kısık bir çağrıda dahi yeniden sınırda buluşmak üzere ayrıldı.
Şu var ki Mavi Marmara nasıl yelkenleri fora kıldıysa,
Halep konvoyu da doğru zamanda yol almak üzere hazır kıta!
Baki selam.