Geçen yıl 52’ncisi düzenlenen Antalya Film Festivali’nde “Yaşam Boyu Başarı Ödülü” almak üzere Türkiye’ye geleceği duyurulan İngiliz oyuncu Vanessa Redgrave’den yola çıkarak “Türkiye artık ‘deniz, kum, güneş’ten fazlası” başlığıyla bir yazı kaleme almıştım.
2 Aralık tarihli bu yazının final bölümünü bir kez daha paylaşmak isterim:
“Onur konuğu olarak festivalde kendisine ‘Yaşam Boyu Başarı Ödülü’ takdim edilecek Redgrave, oyunculuğunun yanında aktivist kimliğiyle de tanınan bir isim. Nazi Almanya’sında geçen 1977 yapımı ‘Julia’ filmdeki performansıyla ‘En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu’ Oscar’ını alırken yaptığı anti-Siyonist konuşma hala hafızalarda. İngiliz oyuncu, Filistin davasında olduğu gibi, Bosna ve Çeçenistan Savaşlarında da, Irak’ın işgalinde de mazlumdan ve haklıdan yana ses yükseltmişti. Tüm bunlardan dolayı sektör kendisine iş vermedi, adı konulmamış bir ambargo uyguladı; ama hiçbiri Redgrave’i yıldırmadı.
Kapanış törenlerinde ödül alacak ‘bizimkiler’ Gezi’den mi bahseder; içini doldurmadıkları, hatta anlamını bile bilmedikleri, ezberden okudukları bir tabir olarak ‘Barış da barış’ mı derler, çok önemsemiyorum açıkçası. Fakat, Vanessa Redgrave’in sözlerini merakla bekliyorum. Zira, Redgrave, bir süre önce bir grup sanatçı arkadaşıyla birlikte kaleme aldığı açık mektupta İngiliz hükümetinin Suriyeli mülteciler bahsinde yaptıklarından ve yapmadıklarından ‘utanç duyduğunu’ da dile getirmişti.
Festivalin kapanışı 6 Aralık’ta. Yani, diğer yabancı katılımcılarla beraber Vanessa Redgrave’in de Türkiye’nin Suriyeli mültecilerle ilgili faaliyetleri hakkında doğru dürüst bilgilendirilmesine yetecek zaman var.
Menderes Türel’in başkanlık ettiği festival yönetimine, hiç değilse Sayın Türel’in başkanlığına çağrımızdır.”
Sonra ne mi oldu?
Redgrave geldi, bir söyleşiye katıldı, ödülünü aldı, teşekkür etti ve gitti. Bu sırada ağzından “mülteci”nin “m”si bile çıkmadı.
***
Hikayenin devamı ise, fiyaskomuzun büyüklüğünü katbekat arttıracak nitelikte:
Redgrave, Antalya’dan ayrıldıktan yaklaşık on gün sonra, Alman şansölye Angela Merkel’i, mülteciler meselesinde takındığı ciddi tavırdan ötürü “Çok çok özel bir kadın” sözleriyle övdü, Merkel’in bu manada Avrupa’nın yegane lideri olduğunu söyledi.
***
Aradan aylar geçti. Önceki gün, İrlandalı müzik grubu U2’nun solisti Bono, Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun Çankaya Köşkü’ndeki kabulünde yaptığı konuşmada şunları söyledi:
“Türk halkının nezaketinden çok onur duydum. Bu sizin yaptığınız aslında sıra dışı bir şey, bir nezaket dersi. Senelerdir süren bu çatışma esnasında, bu ülkenin tüm şehirlerinde, tüm ilçelerinde insanlar ağırlandılar. Onlar komşularına kapılarını açtılar, savaşın getirdiği tüm zorluklara rağmen insanlara kapılarını açtılar. İkinci olarak açtığınız okullar, tüm dünyaya ders niteliğinde. Eminim ki bu yaşananlar, insanları gerebilir ve bıktırabilir ancak yine de pes etmiyorlar ve bence dünya, bu yaşananların Türk toplumu üzerinde doğurduğu stresi anlamalı. Ben buraya bunları öğrenmeye geldim. Siz mültecileri ağırlama konusunda, dünyada zirvede olan ülkesiniz. Birçok insan bilmez ama bu listedeki ilk on ülkenin beşi Afrika ülkesi. Yakınlarda Somali sınırındaki 20 senelik kampa gittim. Burada doğanlar var ve bu nüfusla ne yapacaklarını bilmiyorlar. Siz burada Türkiye’de bambaşka bir model uyguluyorsunuz ve sizin bunu nasıl başardığınızı, bu modeli anlamamız lazım. Eminim ki eksiklikler vardır fakat gurur duyulacak çok fazla iş yapılıyor. Sizin verdiğiniz ders, bir komşuluk dersi ve bizim de bu komşulukta yer almamız gerekiyor.”
***
Tekrar 52. Antalya Film Festivali’ne dönelim…
Aynı organizasyonda “Yaşam Boyu Başarı Ödülü” takdim edilen bir diğer sinemacı Ayşen Gruda da, ödülü, mülteci trajedisinin en çarpıcı fotoğrafı haline gelen Aylan bebek için aldığını kaydederek, “(Bu ödülü) hırslı politikacı amcaları, hırslı politikacı teyzeleri yüzünden okula bile gidemeden aramızdan ayrılan Aylan bebek için alıyorum, bütün dünya duysun” demişti.
Hakiki bir sanatçı duyarlılığına sahip olduğunu, dolayısıyla hem hayata ve hem siyasete kayıtsız kalmadığını bildiğimizden, Gruda’dan bir adım öteye gidip “Kapılarını mültecilere sonuna kadar açan bir ülkenin ferdi olmaktan gurur duyuyorum” demesini beklemek de hakkımızdı. Demedi. Hüsnüniyetimizi koruyalım, “mahalle baskısı”na bağlayıp devam edelim…
***
Yine aradan aylar geçti. Malumunuz, Kahramanmaraş’ta kurulması planlanan mülteci kampı bir süredir tartışılıyor.
Kamp için “Alevilerin yaşadığı bir bölge” seçildiği, mülteci sıfatıyla buraya gelecek “Sünniler” nedeniyle potansiyel bir mezhep çatışmasının öngörüldüğü söyleniyor, “Yeni ‘Maraş Olayları’ istemiyoruz” deniyor. Nitekim mülteciler, “kafa kesen, Şii/Nusayri/Alevi öldürmekten zevk alan, vahşi caniler” topluluğu! İnternette şurada burada kampanyalar düzenleniyor, “Maraş’ta IŞİD kampı istemiyoruz” filan…
Ne IŞİD bilirler, ne Nusra, ne Birleşik Cephe bilirler, ne de Hür Suriye Ordusu… Onlar için hepsi aynıdır; hepsi “kafa kesici”dir, hepsi “Şii/Nusayri/Alevi katili”dir, hepsi psikopattır…
Paçalarından akan cehalet, cehaletle kalsa kendileriyle sohbeti keserdik, olur biterdi. Fakat ailesinin bir kısmı vahşice katledilmiş, kalan kısmını yanına alarak can havliyle komşusuna sığınmış gariban için hazırlanan bir misafirhaneyi “IŞİD kampı” diye nitelemek, bu garibana terörist muamelesi yapmak, öyle saf cehaletle filan olacak iş değil. Düpedüz Şeytan mesleği bu, istediği kadar farklı kılıfa sokulsun, “Biz aslında mültecilerin ağırlanmasına bir şey demiyoruz ama…”
Dediğim gibi, internette buna ilişkin içinde bolca “diren” ve “dokunma” kelimeleri geçen kampanyalar filan düzenlendi. Bu kampanyalara katılan şarkıcı Soner Sarıkabadayı’nın mesajı çarptı dün gözüme. “#MARAŞaMülteciYERLEŞTİRMEYİN” ve “#ovamadokunma” etiketiyle yazıyor şarkıcı: “Memleketim Kahramanmaraş’tan başka yer mi yok koca ülkede!”
***
Derdim falancanın ya da filancanın Türkiye’yi övmesi ya da yermesi değil. Ne Bono’nun sözleriyle çıkarız, ne de Sarıkabadayı’nın sözleriyle batarız.
Evvelallah, Suriyeli ilk muhaciri kabul ettiği gün çıktı zaten Türkiye. O dönem Dışişleri Bakanlığı görevini yürüten Ahmet Davutoğlu, üç bin beş bin değil, tüm Suriyeliler Türkiye akın etse dahi kapımızı kapatmayacağını söylediğimizde çıktık zaten. Bu söz bugüne kadar hakkıyla yerine getirildiğinde çıktık zaten.
Sadece bunun ne anlama geldiğini bilmiyoruz, fark etmiyoruz galiba.
Hepimiz için söylüyorum… Devleti yöneten iki üç (rakamla: 2-3) kişi dışında, bu meselenin -hem madde ve hem mana planında- ciddiyetini gören yok gibi. O iki üç kişinin dirayeti olmasa, bu şeref tablosunun ne kadar şekillenebilirdi, gerçekten meçhul.
Maddeten, tüm dünyayı karşımıza alıp göğsümüzü gere gere “Suriyelileri ağırlamaktan gurur duyuyoruz” diyebilmeliyiz, ama nedense demiyoruz, diyemiyoruz. Beş (rakamla: 5) Suriyeli aileyi ülkesine kabul ettiği için tören düzenleyen devletler var bu dünyada. Kerli ferli Vatikan, iki (rakamla: 2) mülteci aileyi kabul edeceğini duyurmuştu. Devleti yöneten iki üç (rakamla: 2-3) kişi dışında, bakanlarımız da, belediye başkanlarımız da, bürokratlarımız da, sanatçılarımız da, esnafımız da olan bitenin farkında değil. Hatta bir kısmının umrunda bile değil.
Öte yandan, Müslümanlar olarak, işin mana planını aklımızdan çıkarmaksa bize hiç yakışmaz. Düşünün, Türkiye son birkaç yılda kaç badireyi atlattı, bugün kaç krizle, kaç meydan okumayla karşı karşıya… Ama evvelallah, biiznillah, hepsini defettik, defediyoruz; bundan sonra da defedeceğimize inancımız tam. En küçüğü bile filan ya da falan devleti alaşağı edecek krizler, Türkiye gibi kabuklarından sıyrılmaya çalışan bir devlette hızla bertaraf edildi, ediliyor, elhamdülillah. Tamam bunu “sağlayan” bin tane sebep sayalım, “dik durduk”, “kararlı şekilde ilerledik”, “kendimize geldik” filan diyelim. Ama topraklarımızı şereflendiren Suriyeli muhacirleri de unutmayalım.
Biz Müslüman’ız ve iman ederiz ki, bir (rakamla: 1) insanın duası koca bir dünyayı alaşağı edebilir ve bir (rakamla: 1) insanın duası koca bir dünyayı ihya edebilir. Canını Türkiye’ye emanet eden milyonlarca Suriyeliden sadece bir tanesinin bile duasına bakar her şey. Sadece bir tanesinin duası, tüm savaş planlarını, tüm süper güçleri, tüm emperyalizm çarkını, tüm küffarı, tüm fitneyi un ufak edebilecek güçtedir. İzmir’de tartaklanan Suriyeli çocuğu hatırladınız, değil mi? Mesela onu âhı ve kendisine sahip çıkıldığında hissettiği şükran duygusu, Vladimir Putin’in bütün hilelerini, Barack Obama’nın bütün komplolarını, Ali Hamaney’in bütün hesaplarını, Fetullah Gülen’in bütün beddualarını; orduyu darbeye çağıranları, hain kalkışma senaryoları yazanları, sokaktaki hamile kadını katlederek payidar olacağını zannedenleri… hepsini ve herkesi tek başına devirebilir. Allahualem, deviriyor da.
Bunları bilelim ve imanımızı tazeleyelim.
Evet, milli savunma sanayiindeki gelişmeler muazzam; evet, ekonomimiz sağlam temeller üzerinde yükseliyor; evet, içeride de dışarıda da günbegün güçleniyoruz… Ancak Suriyeli muhacirlere ensar olma vazifesini üstlendiğimizi de en az bunlar kadar, aslında bunların hepsinden daha çok bilelim ve başkalarına da kendimize de sık sık ifade edelim. Ötekilerde nasıl ki “devleti yöneten iki üç kişinin yalnız bırakılmaması gerektiğini” söylüyor ve gereğini yapıyorsak, muhacirlere sahip çıkmalarında da onları artık daha fazla yalnız bırakmayalım. Ötekilerin kıymetini bildiğimiz gibi, muhacirlere ensar olmanın onlardan katbekat daha kıymetli olduğunu da hiç unutmayalım.