Başarabiliriz

Başarabiliriz
Abone Ol

Son bir yıldır müthiş derecede sancılı bir zaman koridorunun içine girdi tüm dünya. Pandemi, savaş, ekonomik kriz, iklim krizi… Tam anlamıyla yeni bir düzenin arifesine geldik. 80’lerden bu yana neo-liberalizmin emirleri çerçevesinde tüm değerlerin hiçe sayıldığı ya da içlerinin boşaltılıp pasifize edildiği, küreselleşmeyle köy haline getirilen dünyada sadece maddi kazancın, hazzın ve umarsızca tüketimin ön plana çıktığı şiddetli bir manevi kansere maruz kaldık. Ardımızdan gelen nesillerde bu radyasyonik ortamda kültür ve medeniyetlerini hor görüp tam da küreselcilerin istediği gibi, bizi diğerlerinde ayıran tarihi, dini ve kültürel özelliklerimizi birer pranga görüp hızla uzaklaştılar.

İşte tam da böyle bir zaman koridorunda bunca sıkıntıya ve düşmana rağmen Türkiye kendine has bir tarzla son darbeyi vurmak isteyen küresel hegemonyaya karşı yepyeni bir doğuşun timsali haline gelip bu coğrafya üzerine yapılan planları bozan bir devlet olarak sahneye çıktı. Sadece ihtirasları beslenip ruhları aç bırakılmak suretiyle canavarlaşan ve köleleştirilen ruhları diledikleri gibi sevk ve idareye gayret eden güç odaklarına karşı engelleyemedikleri bir gücün temsilcisi oldu.

İşte bu potansiyelin büyümesi ve daha da güçlenmesi için hepimizin iktisadi meseleler açısından kendi iç dünyamızda bir yolculuğa çıkmamız, meseleyi özümsememiz ve Rabbimizin yeniden bahşetmesini umduğumuz tarihsel misyonumuz açısından üzerimize düşen vazifeyi doğru şekilde yerine getirmek adına almamız gereken ciddi kararlarımız var.

Evet, muhakkak ki yaşayan her varlığın maddi ihtiyaçları bulunmaktadır. Bunları inkâr edip ruhani bir hayat yaşamak da insanoğlunun doğasına kesin bir şekilde aykırıdır. Problem, ihtiyaçların sınıflandırılması ve tanımlanması esnasında ortaya çıkmaktadır. Neyin ihtiyaç, neyin nefsin gereksiz arzusu olduğu iyi tahlil edilmelidir. Bir insan, özellikle de bir Müslüman bu ayrımı yapabilecek ahlaki olgunluğa sahip olmalıdır.

İkinci bir evi almak için müşterisini kandıran, servetini çoğaltmak için vergi kaçıran, aşırı kazanç hırsıyla insanların zorunlu ihtiyacı hâlindeki malları ederinin çok üstünde satan, devletin malını, parasını türlü hilelerle iç eden, çalışanının hakkını vermeyen, geciktiren, tartıda ölçüde hile yapan, yalanla ticaret yapan, aldatmayı beceri sanan insanların oluşturduğu bir topluma dünyanın en güzel ekonomik sistemini dahi tatbik etmeye çalışsanız netice her zaman felaket olacaktır. Çünkü ekonomik sistemlerin başarıya ulaşmasındaki en önemli etken ne hesaplar ne tasarruf ne dengeli harcamadır. Bunlar sadece detaylardır. Ana etken; hiç şüphesiz ahlaktır, ahlaklı insanların varlığıdır.

Parayla ilişkisini İslam’ın öğüt ve emirleri çerçevesinde devam ettiren, İslam’ın evrensel değerleri çerçevesinde yetişmiş ahlaklı insanların var olduğu bir toplumda adaletli bir sistemin kurulması son derece kolay olacaktır. Bunun en güzel örneği Efendimiz’in (s.a.v.) zamanında yaşanmıştır. Yaşatmak için yaşayan o güzel insanların döneminde servetlerin nasıl kullanıldığını, yemeye ekmek bile bulamayan, fakirlik içindeki bir topluluğun kalkınma adına ne türlü fedakârlıklar yaptığını İslam tarihi bizlere eşsiz örneklerle aktarmaktadır. Gerektiğinde zenginin tüm malını paylaştığını, gerektiğinde fakirin evini paylaştığını, gerektiğinde inançları uğruna karınlarına taş bağlayarak açlığı hep beraber göğüslediklerini öğrendiğimiz bu tarihi kayıtlar, böylesine kenetlenmiş bir topluluğun çok değil 50 sene kadar sonra nasıl muazzam bir zenginliğe hükmettiklerini, adaletle hükmetmeye devam ettikleri sürece söz konusu zenginliğe sahip olduklarını fakat bunlarla beraber ahlaki yozlaşmaya maruz kaldıklarında gerek siyasi gerekse iktisadi olarak nasıl tepetaklak olduklarını göstermektedir.

İnsan, birilerince bize dayatılan faiz ve kar merkezli ana akım iktisadın kabul ettiği gibi sınırsız arzularına karşı sınırlı kaynakları ele geçirmeye çalışan basit bir varlıktan çok fazlasıdır. Bizim inancımızda insan, Allah’ın yeryüzündeki halifesidir. Vazifelidir. Maddiyata, sadece bu dünyadaki görevini yerine getirirken faydalanılacak, amacına ulaşma adına kullanılacak kaynaklar olarak bakar. Paylaşmayı, bölüşmeyi, yardımlaşmayı emir telakki eder. Bunu da Rabb’inin kendine lütfettiğiyle kendisini sınav etmesi olarak değerlendirir.

Bölüşürken, ticaret yaparken, kazanırken, kaybederken her şeyin bir sınav çerçevesinde gerçekleştiğini, dünya malının bir imtihan meselesi olduğunu, kendisinin emanetçi olduğunu, her şeyin gelip geçici olduğunu bilir. İşte böyle bir bilinçle hayatını devam ettiren insanların var olduğu toplumdaki ekonomik ilişkiler; günümüzün insanların arasındaki acımasız mücadeleden ve umursamazlıklardan uzak, insanların birbirlerine düşmanlaşmadığı, fakirin zenginle, işçinin işverenle, devletin vatandaşıyla omuz omuza olduğu bir seyir takip eder.

Tüm insanların sorumluluğunu üstünde hisseden böylesi bir insan topluluğunun ortaya koyacağı ilahi ve dolayısıyla evrensel değerlere dayanan ekonomik sistemin; dünyanın şu anki acımasız, zengini daha da zengin eden, fakiri ezen, güçsüzü köleleştiren lanetli ekonomik sistemine atacağı tokadı hayal etmek bile ortaya çıkacak sonuçlar açısından tüm insanlığı heyecanlandırmaya yeterlidir.

Afrikalı bir çocuğun bir Türk genci gibi giyinebildiği, sağlık ve eğitim hizmeti alabildiği, en fakir Tanzanyalının evlatlarına haysiyetli şekilde ve insani değerlere uygun bir işte çalışarak ailesinin ihtiyaçlarını giderebildiği, hangi ülkede olursa olsun tüm insanlığın barınma, yeme, içme, sağlık, eğitim vs. ihtiyaçlarını karşılayabildiği, kimsenin esir edilmediği, kimsenin köleleştirilmediği, kimsenin istismar edilmediği bir ekonomik sistem…

Elbette bu hayalin yerine getirilmemesi için çok ciddi derecede baskılar kurulacak, zulümler yapılacaktır. Dünyanın yarı servetini elinde tutan bir avuç şeytanileşmişin buna müsaade etmemek üzere tüm dünyayı karıştıracağı da kesindir. Fakat tüm bunların mikro manada benzerleri bir bakıma bize ihtiyacımız olduğunda hatırlatılmak üzere Kureyş’te de yaşanmıştır. Şartlar çok benzemektedir. Onlar da her türlü eziyeti etmiş, ekonomik ve siyasal yaptırımı uygulamış, her zulmü denemiş ve neticesinde Allah’ın yardımıyla perişan olup gitmişlerdir. Aynı samimiyetin yakalanması ve aynı yolun günümüze bakan yönleriyle yürünmesi hâlinde Allah’ın yardımıyla aynı sonuca yeniden ulaşılması mümkündür.

Dünyayı cehenneme çeviren, arzularının peşinde insanlıktan uzaklaşan nesiller ve onları bu hâlde tutmaya çalışan, daha da acımasızlaştırmaya, maddeye kul etmeye çalışan sistemin şeytanlaşmış sahipleri karşısında varlığının sebebinin bilincinde, yaşatmak için yaşayan, evrensel insani değerleri benimsemiş, sömürüye “Dur!” demeyi kendine vazife edinmiş Müslümanların mücadele etmesi Rabb’imizin bizlere kesin emri, bu yolda samimiyetle yürüyenlerin de zafer kazanacak olması ise en güzel vaadidir.

Başarabiliriz. Üç yüz yıldır coğrafyamızda böylesine büyük bir potansiyel hiç oluşmamıştı. Sadece sabır, samimiyet ve kararlılığa ihtiyacımız var…