Bir acıyı anlamak için illa ki o acıyı yaşamış olmak gerekmez kâri. İnsan bazen yaşamasa da yaşlanır. Hem öyle acır ki canı kendi bedenine saplanmayan oklardan, kendi canını acıtmayan gamdan öyle efkârlanır ki sabra dahi mecali kalmaz. Anlamak ağlamaktır kâri ve ağlamak anlamaktır. Anlıyor musun? Ya bunların hepsi benim evhamım da ben öyle vehmediyorum ya da bir şeyler silindi, yok oldu, kayboldu gönlümüzden de ben onları arıyorum. “İnsanlar en ziyade ağladıkları vakit birbirlerine benzerler demeye çalışıyorum” sana. Anla istiyorum. Ve ağla, ağla ki gönlün kiri gözün yaşıyla temizlenir. Gözünden yaş akıyorsa şükret zira ağlayanlar insan olanlardır ya da öyle kalanlar… Ve bizim vaktimizde zor zanaattır insan kalabilmek.
“Onca acının, onca ölümün ve bunca zulmün içinde söyleyeceklerin bunlar mı?” diyeceksin bana. Belki de kızacaksın bunca kelama, ama insan söylemezse yaşayamıyor. İçini delen sözler de nefese benziyor. Ve nefes gibi içinde saklarsa ölüyor. İnsanlar ölürken ve öldürülürken, çocuklar anasız kalmışlıklarını bile bilmeye muktedir değilken ve babası öldürülen bir çocuk “babamı nereye götürüyorlar anne?” diye sorabilirken verecek bir cevabımız olmasa da söyleyecek en azından bir sözümüz olmalı bizim.
Evvelden böyle düşünmezdim kâri. Böyle derinden hissetmezdim bazı şeyleri ya da hissedemezdim bilmiyorum. Lakin bir kızım var biliyorsun, küçük ve küçücük hatta. O bu âlemde ilk nefesini aldığı andan beri dünya bir başka yer oldu gözümde. Dünya değişti, insanlar değişti ve ben değiştim. Kördüm, görmeye başladım, sağırdım işitmeye ve lâldi dilim söylemeye başladım. Anladım ki yaşamak denen sır kendi kısa ömrünü tüketmek demek değilmiş. Bir başkası için yaşamayı anladığın gün gerçekten yaşamaya başladığın günmüş, öğrendim. İşte tam da o gün görmeye başladım etrafımda ağlayan çocukları. Gözünden yaş akan her çocuk kızım oldu, onun yüzünü görür oldum Gazzeli çocukların yüzünde, onun gözünü görür oldum mülteci çocukların gözünde ve her çocuk kızım oldu, onun gibi, onun kadar ve o kadar. Demem o ki kızım doğduğu gün büyüdüm. Ve korktum dünyadan.
Şimdi bütün bunca acıyı bir çocuk gülsün diye çeksek ne çıkar. Hem değil mi ki dünya bizim değil. Sahibi de değiliz dünyanın, o hep söyledikleri söze inat kiracısı bile değiliz. Yaşadım desek yaşamak denen fiile bile sahip değiliz biz. Bir çocuk kadar masum hiç değiliz. Oysa dünya masumların vesilesiyle dönmüyor mu? Çocuklar ölsün diye değil gülsün diye var dünya, öyle vehmediyorum.
Ve şimdi soruyorum sana da; babası şehit edilmiş küçücük bir çocuk dünyanın ve yaşamanın bütün sırrını çözebilecek kadar masum ve mazlum halde bir soru sordu hepimize. Babasının cenazesini götüren askerlere doğru çevirdi günah bulaşmamış gözlerini, küçücük parmaklarını babasının tabutuna doğru uzattı ve başka hiçbir an söylendiğinde insanın canını bu denli yakmayacak bir soru sordu annesine; “Babamı nereye götürüyorlar anne?”
Kaç silah yarası bu sualden daha fazla yakar bir insanın canını? İnsan bundan başka hangi halde konuşmak denen istidadının hiç olmamasını diler? Ve bu suale muhatap olan bir anne gönlünü hangi toprağa gömer?
Hissediyor musun acısını kâri? Bir başkasının acısını ve hatta küçücük bir çocuğun gönül sancısını hissediyor musun? Zira o çocuk annesine değil hepimize soruyor o soruyu. Sahi cevap verebiliyor musun? Farz et ki gözlerinin içine bakarak cevap bekliyor senden ve bir kez daha ve bir kez daha soruyor “Babamı nereye götürüyorlar anne?”
Cennete götürüyorlar çocuğum, babanı cennete götürüyorlar…