Büyük cümleler kurmak, büyük sözler söylemek tuhaf ve tehlikeli bir durum kâri. Yani bence öyle. Ama hepimizde var bu garip âdet. Yaşamadığımız, görmediğimiz, bilmediğimiz ve sınanmadığımız ne çok şey hakkında ahkâm kesiyor, atıp tutuyor ve hatta kırıp da döküyoruz bazen. Oysa konuşmak konuşmakla değil de düşünmekle başlayan bir fiil. Evvela söyleyeceğini, daha dilinden dökülmeden düşünmeli değil mi insan? Sonra sese dönüşüvermeli de öyle çıkıvermeli ağızdan. Ama öyle olmuyor ve öyle yapamıyoruz çoğu vakit. Onca söylüyor sonra düşünüyoruz.
Belki de bazı şeyleri hiç söylememek lazım, ayıplamamak, kötülememek, olmaz ya da başıma gelmez dememek lazım. Zira hayat belki de “bana olmaz” dediklerimizin bir bütünüdür. Neden olmasın. “Büyük konuşma” derken de tam bunu ya da buna benzer bir şeyleri söylemek istiyor belki de bizden evvelkiler.
…
Şunu söylemek lazım ki kimse yaşamadığı ya da yaşamayacağı bir derdin devasını bilmiyor. Herhangi bir şeyi sorduğunda cevabı bilen adamları bulmak kolay hatta bildiğini sananları bulmak çok daha kolay. Amiyane tabirle “zibil gibiler.” Ama esas olanı bilmeyeni bulmak belki de. “Bilmiyorum” diyen adamlar çok az değil mi sence de etrafımızda? Bence öyle ve asıl aradıklarımız onlar gibi geliyor bana. Zira eskiden, çok eskiden dergâhlarda ilim tahsiline başlanacağı vakit durup durup tekrar edilen ilk cümle “bilmiyorum” olurmuş. Zira insan evvela bilmediğini bilmeli diye inanırmış onlar. Şimdi biraz farklı elbette bilmediğini de bilmeyen çok insan var.
Neyse, geçelim…
…
Etrafıma bakınca mutlu mesut insanlar değil de daha ziyade dertli ve hatta buhranlı, stresli her daim bir şeylere yetişmeye çalışan ama yine de hep geciken ve bunun derdine düşen insanlar görüyorum ben. Ya da ben yanlış yere bakıyorum da gördüğüm herkes birbirine benziyor ya da gerçekten herkes böyle. Bilemiyorum. Ama kimsenin durmaya, düşünmeye hatta sadece dinlemeye bile vakti yok.
Aslında işin biraz da şöyle bir tarafı var. Bizim mahallenin insanları; mazbut ailelerin çocukları, kendince ve kendi halinde olanlar ve olabildiğince inanan, öyle yaşayanlar nedendir bilmem lakin daha fazla bir memnuniyetsizlik ve ne bileyim hoşnutsuzluk içinde. Kanaat etmiyor ya da edemiyor. Belki de daha fazlasını istiyor ve olmuyor diye de hayıflanıyor çok fazla. Karşı mahalledekilere bakınca ise daha farklı bir şey görüyorum ben. Evet doğru, bizim mahalledeki kadar geleneklerine bağlı değiller, manevi meselelerde de -bizce- noksanları çok fazla. Lakin tuhaf olanı şu ki bunların yanında yüzleri gülüyor.
Elbette bizler dünyaya yiyip içip kan almaya gelmedik lakin bunca huzursuzluk da çok değil mi? Ya da şöyle eksik olan şey teslim olmak ya da tevekkül mü mesela? Ne gelirse O’ndan diyemediğimizden ve dünyanın rengine kandığımızdan mı? İddiamızla yaptığımız tam da örtüşmüyor gibi geliyor bana.
…
Azı yetirmek çoğu bitirmekten daha zor. Bunu ben de biliyorum lakin az olana ve aslında böyleyken kıymetli olana sarılmak gerekmiyor mu?