İnsan hayalleriyle yaşar kâri. Dertleriyle yaşar ve dert ettikleriyle… Yoksa bu dünyada yaşamış olmak denen hal sadece doğmak demek değildir. Eski şairlerin dediği gibi “bir hoş sadâ”dır belki de baki kalan. Yoksa beden toprak olacak, var dediklerimiz yok olacak, geriye ardımızda bir isim ve belki de bir hayal kalacak. En azından şimdiye kadar tarih bize bunu öğretti.
Seni bilemem ama benim ve belki de ben gibilerin en büyük hayali Ayasofya’da iki rekât namaz kılmaktır ölmeden evvel. Belki tekrar olacak ve çok fazla söylendiğinden lüzumsuz gibi duracak ama inan ki öyle değil. Zira Ayasofya kabuk bağlamayan bir yara gibi seksen küsür yıldır gönlümüzde durur bizim. “Çok mu mühimdir?” diyeceksin. “Onlarca cami var aynı semtin içinde, onlar zaten varken illa bu Ayasofya davası da nedir?” diye soracaksın belki de, bilmiyorum. Ki soranlar var. “Evvela Sultan Ahmed Camii cemaatle dolsun da Ayasofya sonra” diyenler de var. Onlar hayali olmayanlar, derdi olmayanlar ve bence inanmak denen sırrı henüz bulamayanlar.
…
Ayasofya İstanbul’un tapusudur kâri. Neden çekineyim ki! Hatta bu topraklarda yaşayan her kim varsa hepsinin namusudur. Ayasofya hayali gönülden giderse yahut bir daha secdeye eğilmezse orada başlar hayal tükenmiş, dava tükenmiş, gaye tükenmiştir. Ki şimdi tam da öyledir işte. Kendi vatanında, kendi şehrinde ve kendi mabedinde başını secdeye eğemiyorsan söz tükenmiştir.
Peki, ben soruyorum şimdi Ayasofya mademki bizimse Ayasofya neden ve nasıl abdestlerimizi alıp da dilimizde dualarla değil de elimizde biletlerle giriyoruz biz Ayasofya’ya? Ne engelliyor bizi, kim engel oluyor? Ölülerden mi korkuyoruz? Şu öldürülmesi gereken ölülerden mi? Giremiyorsak şayet o vakit sual şu olmalı “Ayasofya kimin?”
Hem biliyorum sen de ben gibi hissedersin kâri. Lakin sormak icap eder şimdi; bir benim mi ağrıma gidiyor ecdadın başlarını secdeye koyup da ibadet ettikleri yerlere ayakkabılarla basıyor olmak? Bence hayır, senin de benim de ve biz gibi pek çoğunun da ağırına gidiyor biliyorum. İşte belki de bunun için Ayasofya’yı açmak ölümden uyanmak gibi, Ayasofya’yı açmak yeniden doğmak gibi.
…
Bu vesileyle ismi unutulmuş ve bence unutturulmuş birinden bahsetmem gerek sana. Binbaşı Tevfik Bey’den…
Birinci cihan harbinden hemen sonra İstanbul işgal edilmiş ve Sultan Vahdettin Dolmabahçe Sarayı’na bir manada esir edilmişti. Ve sultan kendini korumakla görevli olan Binbaşı Tevfik Bey’e askerleriyle beraber Ayasofya’yı koruma vazifesini vermişti.
Binbaşı Tevfik Bey yanındaki yedi yüz kadar askeriyle beraber Ayasofya’nın önüne koydurduğu iki makineli tüfekle beklediği bir gün bir Ayasofya’nın tahliye edilip Fransız askerlerine teslim edilmesi emrini aldı. Ertesi gün bir Fransız taburu başlarında komutanlarıyla geldiler Ayasofya’nın önüne. Ve Fransız Komutan Binbaşı Tevfik Bey’e;
-“Siz emir almadınız mı? Önümden çekilin, içeri gireceğim” dedi.
Binbaşı Tevfik Bey hiç tereddüt etmeden ve yerinden hiç kıpırdamadan;
-“Ben Müslüman bir Türk askeriyim. Ve burası, Ayasofya benim mabedimdir. Ve ben evvel emri Allah’tan ve vicdanımdan alırım ve mabedime düşman ayağını sokmam. Ve bil ki bu yolda ölmeyi de öldürmeyi de şeref sayarız biz. Şayet illa ki gireceğiz derseniz evvela bu makinelilerin mermileri sizi karşılar. Sonrasında da bilin ki Ayasofya’nın her bir yanına bombalar yerleştirdim. Girmek için azmederseniz her birini patlatırım gerekirse ben de ölürüm altında, sizi de öldürürüm lakin o pis ayaklarınızı sokturmam Ayasofya’nın eşiğinden içeri” dedi ve ardını dönüp de Ayasofya’nın büyük kapısından girdi içeri.”
O gün giremeyenler bu gün içerde değiller mi kâri?