“Leo Tolstoy bakın ne diyor” diye başlardın, bitmek bilmez bir coşku ve muhabbetle; “Güzel olan sevgili değil, sevgili olan güzeldir”
Sessizce tasdik ederdik seni, sessizce ve tevekkülle.
Her zamanki üzgün ve dokunsan ağlayacak halinle gelirdin.
Klavyeye dokunmadan parmağını dudaklarına götürürdün kitap sayfalarını çevirir alışkanlığınla.
Ve o heyecanlı metinleri yine o sitelere dünyayı kurtarır ciddiyetinle yollarken; “Dün bir kitap okudum ve ağladım”
Okuduğumuz bütün kitapları gözden geçirir, ne ki ağlanacak bir şey bulamazdık.
Başka bir gün Cemil Meriç, sonra Zarifoğlu, sonra Alatlı, Sonra Necip Fazıl ve hatta Nietzsche ile ağlardın.
“Biz bu kitaplara ağlama duvarı gibi yaklaşmadık ki hiç!”
“İşte!…” derdin “önemli meselemiz bu. Okuduklarımızı duygularımız haline getirmiyor, yerine, yanına koyuyoruz. İki farklı nehir oluyor, aynı denize dökülemiyoruz.”
“Zor değil mi ama onların geçtiği dağlar, ovalar ve bizimkiler hep başka başka?”
“Ama su aynı…”
“Eyvallah” derdik yine.
Çok yoruyordun bizi.
Bazen aydınlıklarımızı karanlığa ve karanlıklarımızı aydınlığa çıkarıyordun.
Nasıl geleceğimizi bilemiyorduk sana. Ama geliyorduk işte bir türlü.
Her gün o hüzün ile ve o neşe ile ve o acı ile ve o kimliksizliğimiz ile geliyor, ölü gibi sürüklüyorduk ezilmiş ruhlarımızı sana doğru.
Hep siyah giyinirdin; neden siyah giyinirdin?
Hâlbuki siyahı sevmezdik, içimizi karartıyordun.
Ne ki yüzünün aydınlığından, gülüşünün sıcaklığından, gözlerindeki samimiyetten siyahı göremez oluyorduk.
“Yeryüzünün her hangi bir yerinde ölen, acı çeken, aç kalan insanların, çocukların ve hatta mayına basarak ayağı kopan o belgeseldeki filin bile yasını tutmak benim kaderimmiş” derdin.
Sonra çeyizindeki motifli kilimlerinden, eşarplarından, yemenilerinden, işlemelerinden bahis açardın.
“Anadolu’da her motifin, düzeltiyorum, Türklerde her motifin bir tarihi seyri-macerası var” derdin.
Baktıkça göç hikâyeleri, acı hikâyeler hüzünlü anılar çıkartırdın.
Anlatırdın ama gözyaşlarını kanaviçene işlerken eline batan iğne sızısına bağlayamazdık biz.
Türküleri Türk’ün genetik kod okumaları olarak anlayamazdık biz.
“…Sarı turnam sinen yaralandı mı? Yoksa sana yad düzen mi düzdüler. Tellerini, tellerini tel tel edip üzdüler..”
Bırakıp tam ortamıza iflah olmaz bir çaresizlik kederini, yine kendine kapanırdın. “Tarih…” derdin, gözlerini Fromm vari kısarak;
“Bilinçaltı öyle sıklıkla ve kolaylıkla düşündüğümüz gibi tavan arası değil, kırk bin yaşında bir kocakarıdır.”
Ne diyorsun derdik. Anlayamazdık. Ağlayamazdık.
“Korkma..!” derdin ‘ağzının bir kıvrımını’ İmre Kadızade yaparak; “Doğrusal denklemler sahici dünyanın bir mecazıdır. Matematik, Fizik, Sosyoloji, Psikanalist, sadece bir mecazdır. Gerçeğin yerine ikame edilemezler…”
Ve devam ederdin aynı kişi, aynı coşku, aynı heyecan ve aynı daüssılayla; “Malazgirt’ten bu yana top ayağımıza geldi. İnsanlık tarihinde ilk kez, o akıl almaz sandığımız kuantum fizikçileri ile bizim sufi taifesi el ele. Birleşik Cephe…!”
Bir ümit ışkını gönderirdin ruhumuza, yeni bir ‘diriliş’ muştusuna dair…