Anlamak, anlatmak ve dinlemek üzerine

Abone Ol

Kültür, medeniyet ve tarih yalnızca yazılı kaynaklarla nesillere aktarılmaz kâri. Özellikle bizim gibi gönül terbiyesi ile var olmuş toplumlarda kültürün sözlü olarak aktarımı daha yoğun ve bence daha etkilidir… Son dönemlerde biz bunu unutmuş olsak da ve dinlemek denen hasleti bir kenara bırakmış olsak da ilk dönemlerde kulaktan kulağa aktarılan bazı bilgiler ya da okuma yazma bilenlerin kitaplardan okudukları hikâyeler bazen cami avlularında, bazen dergâhlarda bazen bu iş için özellikle oluşturulmuş odalarda yapılmış hem böylelikle halkın manevi ve milli duyguları geliştirilmiş hem de bir ilim halkası kurulmuştu. İleriki zamanlarda özellikle Anadolu’da ve kırsal kesimlerde bu durum köy odalarının teşekkülü ile devam etmiş oralarda insanlara tarihi bilgiler menkıbe ve rivayetlerle beraber aktarılmıştı. Gönülden gönüle kopmayacak bir bağ ancak böyle kurulabilmişti hep. Kanaatimce bugün bu bağın neredeyse kopacak hale gelmiş olmasının sebebi de bu kültür mirasını unutmuş olmamızdır.

Mesela kıraathanelere vardı bir vakitler. Öyle sadece oturulup da zamanın tüketildiği, hiç kimseye hiçbir faydası olmayan adetlerin edinildiği, tahta ıstakalara taşların dizildiği yerler değil. Şiirin çaya katıldığı, edebiyatın anlatıldığı, bir mektep gibi işleyen mekânlar. Buralarda ilim erbabı olan zatlar hem gelip çaylarını yudumlamış hem de geniş ilmi tartışmalara, edebi sohbetlere ve gönül muhabbetlerine girişmiş ve orada bulunan halk da bunları dinler olmuştur. Hatta bir vakitten sonra sırf bu muhabbet halkasında bulunmak ve bilgi edinmek için gelmeye başlamışlar ve daha çok üniversite talebeleri, ilme meraklı insanlar bu mekânların müdavimleri olmuşlardır. Bu sebeple de kahvehane yahut çay ocağı yerini kıraathane denmiştir. Bu mekânlar bir nevi kültür ve medeniyet taşıyıcısı olmuş ve âlim ile talebeyi buluşturmuştu bir vakitler. Yakın dönemde bu vazifeyi gören Küllük, İkbal, Çınaraltı gibi meşhur kıraathaneler ise bir nevi kültür merkezi olma konumunu son vaktine kadar korumuştur. Ama şimdi…

Şimdi eksik olan da tam budur kanaatimce. Gençler. Önlerinde diz kıracak birileri bulamıyorlar değil aramıyorlar bile. Zira bunu özendirecek, böyle bir ihtiyacı gerektirecek hiçbir şey ve hiçbir çaba yok zaten. Özellikle genç neslin kültür, medeniyet, dil gibi bence hayati unsurlardan uzaklaştığı, kendini soysal ve sahte alanlara kilitleyip bilgi ile ilişki kurmadığı, bunun sonucu olarak da tarihine medeniyetine ve kültürüne ve hatta kendine uzak kaldığı hepimizin gözlerinin önünde.

Gerçeği, hiç sakınmadan ve saklamadan söyleyelim bizim de böyle bir derdimiz kalmadı sanki. Bırakın birilerinin dizinin dibine oturup da maziyi, kültürü, medeniyeti dinlemeyi biz kendimizi, kendi yakınlarımızın tecrübelerini bile dinlemiyoruz artık.

Asırları şereflendiren bir tarihimiz var. Dünyaya insan olmayı, insan kalmayı ve dahası adam olmayı öğrettiğimiz bir tarihimiz var. Büyük cihan imparatorlukları kurmuş, dünyaya yüzyıllarca hükmetmiş, buna rağmen kendi inancını, siyasetini, kıyafetini kimseye dayatmamış, kimseyi ötekileştirmemiş, adalet ve şefkat yolundan ayrılmamış bir milletin çocuklarıyız biz. En ufak ayrıntıya bile bir medeniyetin işaretlerini gizleyebilmiş bir kahve fincanını, bir hat kamışını, çay içmenin şeklini bile bir medeniyete dönüştürebilmişiz. Ama bunları genç nesle anlatmaya maalesef ki güç yetirememişiz.

Şimdi benim fikrim şu ki yeni bir dil oluşturmak lazım. Asırlardır kanla, şerefle yazılmış tarihimizi ve gönül verip gönül alarak işlenmiş medeniyetimizi yeniden anlatmak için kuracağımız bir dil… Yoksa kazandık zannederken kaybedeceğiz…