Ankara’dan bir müfettiş veya bir bürokrat taşraya iş için gider ve hikâye başlar…
“Giden gitsin, sen türküler söyle!” diyemezsin gidene; neler olup bittiğine bakarsın, bakmak zorundasın...
Olan biteni görmek, gerekirse adaleti sağlamak için bu bürokrat arkadaşlarımız usul usul düşerler yollara…
Kâh atın üzerinde kâh devenin üzerinde kâh yayan yapıldak…
Zamanın ruhundan ve zamanın imkânlarından bağımsız bir şekilde gittikleri şehirlerde teklif edilen lüks otellerde kalma teklifine hiç tenezzül etmezler.
Hatta “Sen nasıl devletin misafirhanesi varken devletin parasıyla bana beş yıldızlı otel teklif edersin?” diye o şehrin bürokratını azarlarlar. Devlet bizim harcırahımızı zaten veriyor, derler.
Develimanına, Ankara’dan gelen şahsı Mercedes ile karşılamaya gelen şoför de zılgıtı yiyenler arasındadır.
“Nemize yetmiyor el kadar hasır” türküsünden mülhem, kendi imkânlarıyla gider gideceği yere.
Bulduğu en mütevazı bir misafirhaneye yerleşir.
Amaç üzüm yemektir çünkü… Tatil yapmak, bağcıyla okey oynamak değildir.
Misafirhanenin çalışanlarını kendisinin kölesi gibi görmez; onların da insan olduğunu, onların da azarlandığı zaman akıllarına ilk çocuklarının geldiğini, insanların hata da yapabileceklerini bilir ve onlara, onların efendisi gibi değil insan gibi davranır.
Hatta herkes Ankara’ya hedaye gönderiyor ben bir değişiklik yapıp gideceğim yere Ankara keçisi götüreyim der ama devenin üzerinde keçi götürmek olacak iş değildir ve bu “sıradan” düşüncesinden vazgeçer.
Vazgeçer geçmesine de yine eli boş gitmek istemez.
Hani vardır ya?
Eli doluya buyur ağa, eli boşa uyur ağa, derler.
İlginçtir, ilk defa taşraya hedaye gidiyordur!
Karşılamaya gereğinden fazla kişi geldi diye herkesi azarlar vardığı şehirde.
Bundan sonra, der;
Dergâhta, divanda, kanepede, koltukta, sedirde, yolda, belde beni kimse karşılamasın…
Der demesine de, anlayan kim?
İşini bitirip, adaletli bir şekilde davranıp, yaptığı gözlemleri de cebine koyup düşecektir Ankara yollarına…
Afettendir pardon âdettendi; o şehrin bürokratı Ankara’dan gelene, dönerken devletin değil de kendi kesesinden hedayeler koyar arabanın bagajına pardon devenin hörgücüne…
Ankara’dan gelen arkadaşımız da bu edepsizliği görünce hemen ortalığı ayağa kaldırır.
Ve bir daha kimse böyle bir şeye tenezzül etmesin diye, zeytinyağlarını yola döker, zeytinleri savurur, elmaları yesin diye deveye, çay paketlerini mahallenin çaycısına verir…
“Aman efendim, dökülen zeytinyağına biri basar ayağı kayar!” diyene aldırmaz.
Allah bizim ayağımızı kaydırmasın, istikamette sabit kılsın da gerisi mühim değil, der.
‘İnsanlar devlete bağlı kurumların vakıflarına yetimler için bağışta bulunuyor, biz o bağış paralarını nasıl yeriz, insanlar o vakıflara güvenip de bir daha bağış yaparlar mı?’ düşüncesiyle sağlam bir duruş sergiler.
Soy soylamış, boy boylamış, görelim hikâyeyi dinleyenler ne demiş?
“Bu memlekette böyle bürokratlar olduğu sürece bu memleketin sırtı yere gelmez, helâl olsun vallahi!”
Onların bu sözünü duyan ve sürekli şehir dışına çıkan bürokratların yüzde seksen dördü de bu cümleye katıla katıla ölmüşler pardon gülmüşler…