Öncelikle yeni yılın milletimize hayırlar getirmesini diliyorum. Tabi ki yılbaşının emniyet ve güven içinde geçirilmesini sağlayan Güvenlik Korucularımıza, Türk Jandarmasına, Türk Polisine, Türk Silahlı Kuvvetlerimize, Milli İstihbarat Mensuplarımıza ve diğer güvenlik birimlerimize şükranlarımı sunuyorum. Belki neden kurumların isimlerini bu kadar ayrıntılı yazdığımı merak eden olursa söyleyeyim, bir güvenlik uzmanı olarak her ne kadar dışarıdan çok fazla görülmese de bu ülkede huzuru ve asayişi temin etmek için verilen insan üstü çabaları anlayabiliyorum. Türkiye’yi terörle anılan bir ülke konumundan çıkarmak, ülkemizi huzurlu ve modern bir ülke durumuna getirmek için gecesini gündüzünü dağlarda Mehmetçikle birlikte geçirenleri bu millet asla unutmayacaktır.
Gelelim Amerikan sürprizine! ABD Büyükelçiliğince 28 Aralık 2017 tarihinde yapılan resmî açıklamayla Türkiye’ye yönelik uygulanan vize vermeme krizinin sona erdirildiği açıklandı. Hatırlarsanız vize krizi ABD’nin İstanbul Başkonsolosluğu çalışanı M.T.’nin FETÖ üyeleri ile irtibatı ve yurtdışına çıkışları konusunda yardımcı olduğu iddiasıyla 4 Ekim 2017 tarihinde göz altına alınması ve akabinde tutuklanmasıyla başlamıştı. İşin magazin kısmı ABD Büyükelçiliğinin Türkiye’den güvence aldık demesi, bizimkilerin ise hayır böyle bir söz vermedik, her şey hukuk içinde yürütülür demeleriydi. Ama başta PYD/PKK’ya silah verme konusu olmak üzere, Kudüs kararına karşı 128 ülkeyi birleştirebilmiş Türkiye ile üst seviyeli kriz yaşayan ABD, neden vize krizini bir çırpıda “söz aldık, söz senettir” diyerek sonlandırdı? ABD ile yaşanan böyle bir kriz ortamında vize sorunun sona ermesi derinliği olan önemli bir konudur, yüzeysel bakılmamalıdır.
Bu konuda söylenebilecek üç husus var. Birincisi ABD’nin Türkiye’yi de kapsayan Ortadoğu Politiğini sadece Donald Trump’a indirgemek yanlış olur. Zira ABD’nin Ortadoğu politikası kendi Küresel Stratejisinin en önemli parçası olup, bu konudaki planlamalar yeni ABD başkanından çok önce yapılmış ve dolayısıyla Trump’ı da aşan bir özelliğe sahiptir. Fakat burada dikkat edilmesi gereken en önemli ayrıntı; Donald Trump’ın göreve geldiği günden beri hatta daha öncesinden itibaren kendinden önce Ortadoğu politikasını yapanlarla şiddetli bir yönetimsel mücadele içerisinde olmasıdır. İşte bu mücadelenin bazen Türkiye’ye gri bir alan açabildiğini görmekteyiz. İkinci olarak da daha öncede ifade ettiğim gibi 15 Temmuz’dan sonra Suriye ve Irak özelinde Ortadoğu’ya yönelik tehditlerin Türkiye’den ziyade İran’ı önceler bir hal almasının somutlaşmaya başlamasıdır. İran’a karşı S.Arabistan liderliğinde bir koalisyon kurulması ve hatta Arap NATO’su teşkil edilmeye çalışılması, bunun için önce S.Arabistan yönetiminde operasyon yapılıp bir trilyon dolardan fazla bir savaş bütçesi oluşturulma girişimleri, İran’da daha önceden ABD istihbarat raporlarında yazdığı gibi iç kargaşalıkların başlaması, İran’ı önceleyen küresel emperyal tehdidin somutlaşmasına örnek gelişmeler olarak kayda giren hususlardır. Ancak tehdidin 15 Temmuz’da Anadolu coğrafyasından sekerek İran’a yönelmesi kadraj içinde Türkiye’nin de olduğu gerçeğini bize unutturmamalıdır. Hep birlikte bu süreçleri yaşarken veya izlerken Ortadoğu bağlamında İran’daki durumun geliştirilebilmesi için ABD’nin Türkiye’ye en azından belirli ölçülerde Türkiye’nin tarafsızlığını sağlayabilmek adına ihtiyacı olduğunu söyleme yanlış olmaz. İran’daki gelişmelerin Türkiye’yi doğrudan ilgilendirebilecek olması, ikna edilemese bile Türkiye’nin tarafsız kalmasını sağlayabilmek için ABD’nin önümüzdeki süreçte Türkiye’ye yönelik uygulayacağı yeni politikasının adı olabilir. Üçüncü ve son husus olarak da Rusya diye belirtmek gerekir. Çünkü askerlerini Suriye’den muhtemelen Ukrayna’ya kaydıran Rusya’ya karşı, ABD yönetiminin geçtiğimiz hafta Ukrayna’ya “Geliştirilmiş Silah Sistemleri” verme kararı alması, Avrupa’daki kriz merkezi durumunda olan Ukrayna’da yeni ve daha büyük çatışma riskinin habercisi olabilir. Bu nedenle alan odaklı politikalar üreten ABD’nin Türkiye ile bütün bağları koparmak istemediğinin de bir göstergesi olarak vize krizini kısa sürede ve başka krizlere yol açmadan sonlandırdığı düşünülebilir.
Son olarak yeni yıla şiddet eylemleri ile giren İran’daki gelişmelere değinmek istiyorum. 6 Haziran 2017 tarihinde Tahran’da İran Ulusal Meclisine yönelik silahlı IŞİD saldırısı ve aynı saatlerde yine Tahran’daki Ayetullah Humeyni türbesinde bombaların patlamasıyla aslında bugün yaşanan şiddetin fitili ateşlenmiş oldu. Hemen bu tarihten sonra yayımlanan ABD istihbarat raporlarında önümüzdeki birkaç aylık süre içinde İran’da terör eylemelerinin olabileceği belirtiliyordu. Ve öyle de oldu. Bundan sonraki süreç; İran’ın göstericilere karşı orantısız güç kullanması, İran devletinin Suriyelileşmesi ve İran üzerinde uluslararası baskının artması şekline dönüşebilir. Umarım küresel güçlerin istediği bu senaryo gerçekleşmez, bunu izleyip göreceğiz ama her halükârda gelecekte bu olayların bizi olumsuz etkilememesi için gerekli tedbirler düşünülüp planlanmalıdır.