Amerika, 50 eyaletten oluşan bir devlettir. 13 eyaletin bir araya gelmesi ile 1776 yılında kuruldu ve daha sonra birliğe 37 eyaletin daha katılımı ile bugünkü yapı ortaya çıktı. 1917 yılında o zamanki Cumhurbaşkanı Wilson’un kararı ile uluslararası siyasette güçlü ve aktif bir devlet olarak rol almaya başladı.
Özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünya iki kutba bölündü. Bu bölünmeden sonra Rusya içe kapalı, Amerika da özgürlükçü bir dünyayı temsil etti. İki süper güç, 1990’lara kadar dünyayı güçleri oranında paylaşma yarışına girdiler. SSCB’nin 1990’larda dağılması ile Amerika dünyanın tek patronu oldu. Dünya da onu böyle kabul etti. Modern dünyanın ilgi odağı ve cazibe merkeziydi.
Bu dönemde oluşan Amerikan imajı, Amerika dışında olan dünyayı bu ülkeye doğru çekmeye başladı. Öyle ki her yıl yüzbinlerce insan Amerikan vatandaşı olmak için bu ülkenin kapısını çalıyordu. 1776 yılında yani ilk kurulduğu dönemlerde “yeni dünya” olarak adlandırılan ABD, bu imajını bu zamana kadar devam ettirdi. Umudun, refahın, huzurun ve zenginliğin yurdu olarak hafızalarda yer aldı. 19. asrın başlarında Avrupa’da yayınlanan ilanlarla ve karikatürlerle, sefil kişilerin, bu ülkeye gittikten sonra gülen yüzü ve şatafatlı yaşam tarzları hafızalara kazındı.
Amerika’nın 1990’lardan sonra kendini dünyanın lideri olarak görmesi ile, muhtelif coğrafyalarda yaptığı sorumsuzca faaliyetler, girişimler, operasyonlar ve savaşlar bu imajı yavaş yavaş zedelemeye başladı. Özellikle iletişim ve ulaşım araçlarının yaygınlaşması ile kendi ülkesinde ve dışarda farklı davranan bir Amerika imajı belirginleşiyor ve toplumların hafızalarında yer edinmeye başlıyordu.
Bunun anlamı, Amerika devleti ve toplumu bir noktadan sonra artık kendini yenileyemez duruma gelmişti. Hâlâ, tartışmasız dünyanın en güçlü devletiydi ve güçlü bir ekonomisi vardı. Fakat yanlış giden bir şeylerin de olduğu, insanlara ve toplumlara uyguladığı farklı davranışlar ve hak gasplarından anlaşılıyordu.
Amerikan imajında zedelenmelerin, yıpranmaların ve olumsuzlukların oluşmaya başladığını şu an hala devam etmekte olan seçim sürecinde dünya biraz daha iyi anlamış oldu.
Bu zamana kadar, dünyanın en iyi ekonomisine sahip, bilim ve teknoloji üreten, oturmuş demokrasisinin olduğu herkesçe kabul gören Amerika’da olgun bir seçim süreci yaşanırken, katılım fazla olamasa da seçilen başkan bir karnaval havasında koltuğuna otururken, şimdi ekranlarda görülen belden aşağılara kadar uzanan itişip- kakışmalar sıradanlığın ve bozulmuşluğun göstergelerinden başka bir şey değildir.
Birkaç aydır devam eden seçim kampanyalarında ortaya koyulan performans ve söylemler, bazen üçüncü dünya ülkelerinde görmeye alıştığımız manzaraları aratmayacak düzeydeydi. Hele sandıkların açılmaya başlaması ile, oy pusulalarının çöplerde görülmesi, hırsızlık ithamları, tahammülsüzlükler, silahlı grupların sokaklara inmesi, gösteriler veya tehditler bu zamana kadar zihinlerde yer eden “Süper Güç Amerika” imajına gölgeler düşürmüştür.
Seçim sonucundan veya kimin seçileceğinden ziyade bu süreçteki davranışlar ve görüntüler, şatafatlı Amerikan imajının artık yerlerde süründüğünü göstermektedir. Artık hiç kimse ne Amerikan demokrasisinin faziletlerinden, ne de Amerika’daki hak ve adalet duygularının yüceliğinden kolayca bahsedemeyecektir.
Elbette her şeyin sonu vardır.