Ameller niyete göredir sevgili Tarzan

Abone Ol

Edgar Rice Burroughs tarafından ilk olarak “Maymunların Tarzanı” adıyla 1912 yılında bir öykü karakteri olarak karşımıza çıkan Tarzan geçen yıllarda film, radyo, televizyon programları, çizgi dizi ve çizgi roman kahramanı olarak hayatımızda yerini aldı. Bu açıdan bakınca Tarzan’ın dünyada neredeyse en çok bilinen ‘karakter’lerden birisi olduğunu söylemek yanlış olmaz.

Hary Potter severlerin yakından tanıdığı David Yates imzası ile bu hafta sinemalarda yerini alan ‘Tarzan Efsanesi’ filmi de eski hikayeye yeni bir yorum katma derdinde. Ve fakat bunu olumlu anlamda gerçekleştirebildiğini söyleyemiyoruz. Tarzan Efsanesi filminde ormanların şahı Tarzan’ımız Greystoke Lordu John Clayton olmuş ve hanımı Jane Clayton ile birlikte medeniyetin göbeğinde yaşamaktadır.

Eğer keyfi bozulmasa Afrika’ya geri dönmeye hiç niyeti olmayan lordumuzun Djimon Hounsou’nun canlandırdığı kabile şefi Mbong’un korumasındaki elmaslar için Belçika kralı II. Leopold’un “Bana John’u getirin, size elmasları vereyim” demesiyle geri dönüş yolculuğu başlar. (Bugünlerde bu sömürgeci Belçikalılar da nereden çıktı?)

Alexander Skarsgard ve Margot Robbie’nin başrollerinde yer aldığı filmin yan karakterlerini ise Christoph Waltz ve Samuel L. Jackson oynuyor. Filmin kadrosuna ve yönetmenine baktığınızda bile (aksiyon ve macera seve izleyicisi için) seyir zevki yüksek bir filmin çıkacağını tahmin etmek zor değil. Film teknik anlamda oldukça iyi ve özellikle CGI gorilleri de başarılı şekilde yapılmış.

Tabii ki her zaman olduğu gibi filmi izlerken içimizi saran o “Hollywood bu filmiyle bize ne enjekte edecek acaba?” sorusunun üzerinde durmak çok daha önemli. Genel olarak filmi ele alıp oradan özele doğru gidelim. Filmin içerisinde ekonomik bir meseleden ziyade köle ticareti gibi insanın içini acıtan bir mesele de yer alıyor. Dolayısıyla sömürülmekten iliklerine kadar kuruyan ve hala da sömürülmeye devam edilen bu coğrafyanın insanlarının bir de köle olarak alınıp satılması mevzunun iğrençliğini daha da gözler önünü seriyor.

Filmde yer alan ülkeler: Kongo, İngiltere, Amerika ve Belçika. Kongo sömürülen, Belçika sömüren, Amerika arabulucu, İngiltere cezayı kesen olarak karşımıza çıkıyor. Günümüzde bu durumun yukarıdaki tablodan bir farkı var mı? Bence yok. Hatta filmi izlerken Belçika’yı “Brüksel” yani, AB’nin merkezi olarak algılamaya başladım nedense… İngiltere’nin Brexit ile Avrupa Birliği’ne veda etmesinin hemen ertesinde böyle bir filmin karşımıza çıkmasından ötürü böyle düşünüyor olabilirim belki ama filmlerin sadece sinema salonunda eğlence olsun diye yapılmadığına inanan birisi olarak bu yazdıklarımın “komplo teorisi”nden öte olduğunu düşünüyorum.

Özellikle mevzu Afrika olunca… Geçtiğimiz haftalarda vizyona giren Bağımsızlık Günü 2 filminde de Amerikalı ve Fransız araştırmacılarımızın Afrika’da çalışmalar yapması vs… İngiltere’nin AB’den çıkma kararı alması, Fransa’nın ve Almanya’nın AB’yi canlı tutabilmek için yeni arayışlar içerisine girmesini gerektirecek. Aynı şekilde İngiltere’nin bu karar sonrası ekonomik darboğaza gireceğini de düşünürsek “eski ekonomik sömürü” yöntemlerini yeniden canlandırma gayretine girişeceklerini düşünmek çok fazla komplo teorisi gibi gelmiyor.

Geçenlerde yanılmıyorsam Twitter’da okuduğum bir analizde Türkiye’nin İsrail ve Rusya ile ilişkilerini yeniden normalleştirmesinin ardından Ortadoğu’daki kargaşanın biraz daha durgunlaşıp DAEŞ’in Afrika’ya kaydırılacağı yazıyordu. Yukarıda bahsi geçen ülkelerin maşası olduğundan neredeyse adımız gibi emin olduğumuz bu örgütün yeni ekonomik düzenlemelerde kullanılması da gayet normal gözüküyor.

Çin’in Afrika’da yaptığı yolların haddi hesabı yok. Daha 10 yıl önce Fransızlara karşı bağımsızlığını ilan eden Moritanya’da ülkedeki madenlerin yurtdışına çıkartılması için Fransızlara ait bir havaalanı bulunuyor. Türkiye’nin de Somali’de yatırımlar yapmasının nasıl bir hamleye karşılık geldiğine de bakmak lazım…

Neyse, bir film yazısından ziyade dış politika incelemesine dönmeye başladı ama yine de Amerika’nın (Hollywood’un içindeki Yahudiler ve İngilizleri de hesaba katarak) Hollywood eli ile bir çok meseleyi gerçeklikten uzaklaştırıp hayal alemine hapsetmesi ve dolayısıyla pasifize etmesi meselesinin üzerinde çok sık durmak gerekiyor. Zihinlerimizin bu meselelere karşı uyanık olması gerekiyor.

Gerçeklik demişken… Özellikle filmler ile ilgili bu tarz meselelerde Mr. Robot’un ilk sezon finalinde Elliot’a babasının gerçeklik ile ilgili söylediği sözler geliyor aklıma. Elliot babasına “Sen gerçek değilsin” diyor. Film icabı öyle evet ama babasının sözleri oldukça gerçek:

“Ne? Sen gerçek misin? Gerçek bir şey var mı ki? Şuna bak! (New York’un büyük LED ekranlarla süslenmiş plazalarını göstererek) Fantezi üzerine inşa edilmiş bir dünya! Hap adı altında yapay duygular. Reklam adı altında psikolojik savaş. Gıda adı altında aklınla oynayan kimyasallar. Basın adı altında beyin yıkayan seminerler. Sosyal medya adı altında kontrol altında soyutlanmış kabarcıklar. Gerçek mi? Gerçek hakkında mı konuşmak istiyorsun? Bu yüzyıl başladığından beri hiçbir şeye yakın yaşamadık. İnsanlığın kalıntılarını sürekli genişleyen çöplüğün içine atarken her şeyi kapattık, pillerini çıkarttık ve GDO’lu poşetin içine daldık. Dijital ekranlarda bir aşağı bir yukarı inip çıkan kutuplu numaraları olan şirketlerin markalaştırdığı evlerde yaşıyoruz. Bizi insanlığın görüp görebileceği en derin uykuya dalmamız için hipnotize ediyorlar. Gerçek bir şey bulmadan önce epey derine inmen gerek evlat. Bir saçmalık krallığında yaşıyoruz. Senin uzun süredir yaşadığın bir krallık. O yüzden bana gerçek olmadığımı söyleme. Ben o hamburgerindeki köfte kadar gerçeğim…”

Bize hayal ürünü diye gösterilenler sayesinde ‘gerçek’leri daha iyi gösterdiğin için, iyi ki varsın sinema…