“Müminin sinesi âlem-i İslam kadar geniş olmalıdır” düsturuyla hareket edenlerdenim. Vazifem “i’layı kelimetullahtır”. İnancım “Kitap Sünnet, İcma ve Kıyastır”. Şimdilik uğraştığım düşman, FETÖ’den de öte, onu maşa olarak kullanan “Gizli zındıka komitesidir”. Bu mücadelenin “Asıl sahiplerine”, gücümün yettiği nispette yardımcı olmaya çalışmak, imanımın ve inancımın muktezasıdır.
Bana “Ölmüş gitmiş bir insan, neden kalemine dolanıyor.” diyorlar. Bahse mevzu olan kişi de, Bediüzzaman’ın hizmetinde bulunan merhum Abdulkadir Badıllıdır. Ben o zatı kalemime ve dilime dolamıyorum. Hatta Sebkat eden hizmetini taktir ve şahsına hürmetle birlikte, arkasından rahmetle dua ederim. Fakat “Hakkın hatırı âlîdir, hiç bir hatıra fedâ edilmez” düsturuyla, hakkın hatırını kırmam ve yanlışa da “Yanlış” derim. Belli ki benim muhataplarım, o merhumun yanlışlarını hak sosuyla bizlere yutturmaya çalışanlardır.
İFHAMNAME İDİ… İHBARNAME OLDU…
Bu insanlar, konu Risale-i Nur’a şerh yapmaya gelince, şarih Molla Muhammed Hoca’nın yaptığı ilmi çalışmaları çürütmek için, hemen mezkur şahsın “İfhamname” isimli reddiyesiyle karşımıza çıkıyorlar. İşte bu sebepten dolayı, bu şahıs ve yazmış olduğu eser, kalemimden nasibini alır. Şöyle ki: Terör örgütü FETÖ tarafından “Tahşiye” kumpası gerçekleştirildiğinde, Abdülkadir Badıllı’nın yazdığı “İfhamname”, masum insanların karşısına “iddianame” olarak çıkmıştı. O zamanlar devletin her kademesinde mühim görevlerle varlığını sürdüren terör örgütü, paralel yapı olarak “Altın çağını” yaşıyordu. Abdülkadir Badıllı’nın seneler önce hazırladığı “ihbarname” niteliğindeki bu çalışma, nihayet terörist başı Fethullah Gülen tarafından karşılık bulmuştu. Mekri ilahi ile mezkur terör örgütünün yaptığı her türlü illegal hareket, nihayet aleyhlerine dönmüş; terör örgütünün başındaki şarlatana güzelleme yapanlar ise kuyruğunu kısarak, filmin sonunu merakla beklemişlerdi. Tahşiye Davası, artık “Millî” bir konu olmuştu. FETÖ’nün arkasında bıraktığı tek “izdi”. Devletin “bekâ”sını tehdit eden terör örgütünün, gerçek yüzünü ortaya çıkaran tek argümandı. Turnusol kağıdı gibi, herkesin önünü, arkasını, altını ve üstünü gün yüzüne çıkarıyordu. Bu olay “kem min fietin kalîletin galebet fieten kesîraten bi iznillâh” yani “Nice az bir topluluk, Allah’ın izniyle çok bir topluluğa galip gelmiştir” ayetinin tezahürüydü.
Bugün de aynı “ifhamname”yi, bazı besleme FETÖ’cüler, “ihbarname” olarak kullanıp, yeni bir “iddianame” oluşturmanın peşindeler. Yazılan “şerhlerin” kıymetini kırmak için, “vasıta-yı cerr” ithamını, ataları gibi istimal etmeye çalışıyorlar. Bediüzzaman hazretlerinin gelecek cümleleri, bu konuya ışık tuttuğu gibi, onların her zaman aynı bahaneyle ehli ilme saldıracaklarını haber veriyor: “Ehl-i dalâlet, ehl-i ilmi; ilmi vasıta-i cerr etmekle ittiham ediyorlar. ‘İlmi ve dini kendilerine medar-ı maişet yapıyorlar’ deyip insafsızcasına onlara hücum ediyorlar.” (Mektubat-13)
PENSİLVANYA’DAKİ SOYTARI, İYİ NİYETLİYMİŞ!..
Merhum Abdülkadir Badıllı’nın “ifhamnameyi” hangi fikri esas muvacehesinde yazdığını anlamak için, nakledeceğim şu sözleri kafidir kanaatindeyim: “Evet, Fethullah Hoca iki yıl önce Roma’ya gidip Papa ile görüşmesi ve sonra onun direktifiyle “Dinlerarası diyalog” adıyla bir konferansın tertiblenmesi hadisesi ise, Fethullah Hocanın kat’iyetle iyi niyetlerinden gelmiş olduğuna şüphe edilmemesi lazımdır.”
“Fethullah hocanın vasıtasıyla iman ve hidayete ermiş, İslamiyet nuruyla ahlaklarını düzeltmiş binlerle insan vardır. Bunun yanında hocanın şahsi kemalatı, tevazu’u, edep ve ubudiyeti de çok yüksek mertebelerdedir. Bu hakikat muvacehesinde Fethullah Hoca, en az bin Muşlu Molla kadar İslâma hizmet etmiş, eserleri de meydandadır her ne ise…” (İfhamnâme, Abdülkadir Badıllı)
GAVURA HOŞGÖRÜ, MÜSLÜMAN’A SALDIRI!..
Bana “Şimdi bunlara ne gerek var?” veya “Bu tavrın uhuvvet-i İslamiyeye muhaliftir” diyenlere şu şekilde meramımı arz etmek istiyorum:
Kur’an’ın asıl maksadı olan “Marifet-i Sani”yle meşgul olduğumuz şu mübarek günlerde, Tahşiye Kumpası mağduru Mehmet Doğan Hocaefendi ve ders arkadaşlarına taarruzda bulunanlara karşı, “müdafaa” hakkımızı kullandığımızda, (Bilerek ya da bilmeyerek) karşımıza “uhuvvet” düsturuyla çıkarak “susmamızı” isteyen dostlara soruyorum: Mehmet Doğan, FETÖ’nün kumpasına maruz kaldığı bir hengamede, 17 ay hapis yattıktan sonra, masumiyeti devlet mahkemelerince tescillendiği halde, hangi Risale-i Nur okuyucusu veya tarikat mensubu “Geçmiş olsun” temennisinde bulundu. Acaba masum olan bu insan, bu kişilerin nezdinde, haşa “Müslüman” değil midir? İslamiyet’in emri olan bu düstur, Müslümanlara mahsusken, bu insanlar yanlış olarak bunu “ecnebilere” bile teşmil edip gavura “hoşgörü”yle yaklaşırken, Kur’an hadimi olan bu zatın, onların yanında mahrum kalmasının sebebi nedir? Bu zat, zulme uğramışken ve hâlâ da zulme ve hakarete uğruyorken, onun hukukunu müdafaa etmek ve zulmü bertaraf etmek, mezkur uhuvvet düsturunun lazımı ve vacip bir hak iken, bunu yapmayıp, yalnızca kendini müdafaa etmeye çalışan, kendine zulmedenlere bile hakaret etmeyen, sadece ilmi müdafaa yapıp, hukukunu muhafaza etmeye çalışan bir adamı, aynı uhuvvet düsturu argümanlarıyla susturup tenkit etmek, iki yüzlülük ve çifte standart değil midir?
Uhuvvet demek, kardeşinin hukukunu muhafaza etmektir. Mazlumu müdafaa etmek, zulmü bertaraf edip, hakta ittifak etmek demektir. Haksızlığa sessiz kalıp, belki gizliden destek verip, hakkı söyleyene “sus” demek, yalnızca dilbaz şeytanlıktır!
Netice: Sualim şudur: “Uhuvvet-i İslamiye”yi bahane ederek karşımıza çıkmanızın sebebi, hakkı izhar mıdır, yoksa “müdafaa hakkımızı” inkâr mıdır?
Selam ve dua ile…
Fiemanillah…