Başlıktaki soruyu sorduracak o kadar çok şey var ki orta yerde. İslâm coğrafyasının neresine baksanız yaşanan hadiseler ister istemez sizi farklı düşünmeye ve olayların ardında ki gerçek niyeti sorgulamaya itiyor.
Hayatın olağan akışında ve kavramların açık anlamlarında var olanların, niyetlerle örtüşmediği de çok açık. Bu, kuruluş amacı uluslararası hukuk çerçevesinde zulümleri ve mağduriyetleri engellemek olan kuruluşlar için de böyle. Kendilerinden bekleneni değil de, güç odaklarının çıkarlarının gereğini yerine getiriyorlar maalesef.
Devletlerin üye olarak, kabul ettiği şartlar içerisinde bu kurumlardan beklentileri var elbette. Lobi faaliyetleriyle ya da ekonomik desteklerle uluslararası kurumların iç dengelerini manipüle eden güçlü devletler “hak, hukuk, adalet” gibi her daim ihtiyaç duyulan değerlerin içini de boşaltmış durumdalar.
Bir devletin başka bir devlete yönelik gasp ya da zulmü söz konusu olduğunda, çözmekle yetkilendirilmiş kurumlar çözüm üretemiyorsa bu kuruluşların varlık sebebi sorgulanmak zorunda. Ve ne gariptir ki BM özellikle İslâm coğrafyasında seyirci konumundadır. Görünürde mağdurlar ile zalimler aynı uluslararası haklara sahipler. Fakat zalimler uluslararası yasaları çiğnediğinde bir bedel ödemezken, mazlumun bunu yapmaya niyetlenmesi bile söz konusu olamaz. Oysa biz çok iyi biliyoruz ki “hakem” görevini yerine getiremediğinde taraflar çatışmaya başlar. Güçlü olan taraf zulmünü artırdıkça, mazlumun öfkesi ve sabrı da aynı nispette zorlanır ve sonunda “kendi işimi kendim yapmalıyım” noktasına gelir.
İşte tam da bu noktadaki hakikat bana şunu söylüyor; “Zalim ve vahşi kapitalist, emperyalist güç odaklarının istediği de tam olarak bu mu?”
Çünkü yaşanan devirde kimin haklı, kimin haksız olduğu ya da neyin hukuki neyin hukuksuz olduğu meselesinde karar, açık yasalarda değil de güçlünün iki dudağı arasında ise o zaman, mazlumun uğradığı haksızlık sonrasındaki “haklı” öfkesi ya da direnişi, zalimin zulmüne devamında bir “meşruiyet” zemini olarak kullanılacaktır…
Yani, daha çok hukuksuzluk içerisinde daha çok öfkelendirerek, Müslümanları daha fazla tepkiye sevk edip bunun üzerinden de kendi emelleri için daha fazla alan açmak… Ne yapmak istediğini bilen emperyalist işgalciler için bulunmaz bir meşruiyet sloganı da buradan doğmuş oluyor işte; “Onlar öfkelendiler, çatıştılar biz de barıştırmaya gittik.” Sevsinler o koca yalanınızı!
Bütün bu yaşananların en üzüntü verici olanı hep şu oldu maalesef. Müslümanlar, çatıştıran asıl iradeyi değil de, onların maşası olan ve gözlerinin önündekileri ya da fitnecilerin oyununa düşmüş kardeşler olarak birbirlerini hedefe koydular.
Bu “oyuna gelme” hali son iki asrımızı heba etti. Korkarım üzerinde yaşadığımız asrı da heba ediyor. Biz birbirimizi yok etmeye devam ettiğimiz sürece, ABD bize daha çok “barış(!)” getirecektir.
Birkaç milyar doları duyan “kardeşimiz”, bir gazeteciyi vahşice katletmekle suçlanan bir Prens’e özel makam şoförlüğü yapmayı “bahtiyarlık” saymaya devam ettiği sürece, almamız gereken mesafenin daha ne kadar uzun olduğunu da iyi düşünmemiz gerekiyor.
Her şeye rağmen, “Zalim yapması gerekeni yapmaya devam ediyor” demek durumundayım. Fakat Müslümanların üzerine düşeni yapmamak ve gaflette ki ısrarını da aynı oranda bir hakikat olarak ifade etmek durumundayım; akıl, ilim, fen ve felsefe konusunda…
Burada işi zor olanlar, öfkesi ile vicdanı arasında adeta preslenmiş ve hakikatin de farkında olanlardır. Öfkelenip harekete geçse zalimin beklediğine fırsat olacak, geçmese o zaman da vicdan azabına mahkûm düşecek…
Peki, eğer bu hakemler işini adaletle yapamayacaksa/yapmayacaksa, “kendi işini kendin yap” da denmeyecekse bu girdaptakiler, Mısır’da bütün dünyanın gözleri önünde idam edilen dokuz gencin, Yemen’de adeta iskelete dönmüş çocukların, Suriye’de gaz bombalarıyla çırpınarak ölen çocuk ve kadınların, Myanmar’da yanarak can veren kardeşlerinin, Irak’ta bombalarla parçalanan diğer kardeşlerinin ve saymakla bitmeyecek nicelerinin, yaşadıkları soykırımların hesabını kimden ve nasıl soracak? Bir bilen, aklıselim, fikri selim var mı?